Kadının bitmeyen savaşı

Tarih boyunca birçok filozof, kadınlar hakkında cinsiyetçi ve olumsuz görüşler dile getirmiştir. Bu düşünceler, dönemin toplumsal yapıları, erkek egemen düzenin etkisi ve filozofların kalıtsal özelliklere dayalı anlayışlarından kaynaklanmıştır.
Foto: Shutterstock.com

ERDAL ÇOLAK

Din, mitoloji ve felsefe gibi inanç temelli sistemler, kadın ve erkeğin varlıklarını, farklılıklarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini açıklamaya çalışmıştır. İlkel dinlerde kadınların rolü ve toplumdaki statüsü, büyük ölçüde toplumun yapısına, coğrafi konumuna ve dönemin yaşam koşullarına bağlıydı. Ancak genel olarak ilkel dinlerde kadınların doğayla, annelikle ve üretkenlikle ilişkilendirilen özel bir yeri vardı. Doğurganlık tanrıçaları, eski kültürlerde yaygın bir figürdü. Bu tanrıçalar yaşamı ve doğanın döngüsünü sembolize ederdi. Kadınların doğurganlık döngüleri, mevsimlerin ve tarımsal döngülerin tekrarıyla ilişkilendirilirdi. Bu durum, kadının yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir güce sahip olduğuna dair inançları da doğurmuştur. Kadınlar, doğanın ve dünyadaki dengeyi sağlayan varlıklar olarak görülürken, erken dönem Animizm ve Şamanizm gibi inanç sistemlerinde kutsal figürler, rahibeler veya şamanlar olarak toplumda saygı görmüşlerdir.

Ancak birçok dinin kutsal metinlerinde kadınlar genellikle daha düşük bir statüye sahip varlıklar olarak görülmüş ve erkeklere göre daha az hakka sahip oldukları kabul edilmiştir. Yahudilikte kadınlar genellikle erkeğin gözetimi altında kabul edilmiştir ve dinî ritüellere katılımları sınırlıdır. Hristiyanlıkta, özellikle Orta Çağ’dan itibaren kadınlar genellikle erkeklerin yanında daha “aşağı” ve “zayıf” varlıklar olarak görülmüştür. İncil’deki Âdem ve Havva hikâyesi, kadınların insanlık tarihindeki ilk günahı işledikleri ve bu yüzden “günahkâr” oldukları düşüncesini pekiştirmiştir. İslam’da ise kadın ve erkek arasında biyolojik ve toplumsal farklılıkların olduğu belirtilmiştir. Kimi ayetler kadının erkeğe itaatini vurgularken erkeklerin kadınlar üzerinde koruyucu olduğu ifade edilmiştir (Nisâ Suresi 34. ayet). Budizm ve Hinduizm’de de kadının rolü genellikle ikinci planda kalmış, kadınlar dinî liderlik pozisyonlarına gelmekte engellenmiştir. Budist metinlerde kadının bedensel yapısının “kirli” olarak görülmesi, onların manevi açıdan erkeklerden daha düşük olduğu düşüncesini ortaya çıkarmıştır.

Tarih boyunca birçok filozof, kadınlar hakkında cinsiyetçi ve olumsuz görüşler dile getirmiştir. Bu düşünceler, dönemin toplumsal yapıları, erkek egemen düzenin etkisi ve filozofların kalıtsal özelliklere dayalı anlayışlarından kaynaklanmıştır. Kadına dair bu yaklaşımlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştirmiş ve kadınların haklarını kısıtlayan ideolojilere zemin hazırlamıştır.

Aristoteles, Platon, Thomas Aquinas, Jean-Jacques Rousseau, Immanuel Kant, Arthur Schopenhauer, Freud ve Nietzsche gibi birçok düşünür, kadını “duygusal, istikrarsız ve eksik” bir varlık olarak tanımlamıştır. Bu düşünürler, kadının düşünme ve muhakeme yapma kapasitesinin erkeklere göre daha zayıf olduğunu savunmuş, liderlik yapma yetisinin olmadığını iddia etmişlerdir. Aristoteles, “eksik erkek” olarak tanımladığı kadınların düşünme ve muhakeme yapma kapasitesinin erkeklere göre daha zayıf olduğunu ileri sürmüştür. Schopenhauer, kadınların duygusal ve irrasyonel (akıl dışı) olduğunu savunurken; Nietzsche, kadınları “tehlikeli ve manipülatif” olarak nitelendirmiştir. Harvey Kellogg gibi modern çağ düşünürleri de kadınların eğitim ve iş hayatındaki rollerine karşı çıkarak kadınların yalnızca ev içindeki rolleriyle sınırlı kalmaları gerektiğini savunmuştur. İslam düşünürlerinden Mevlânâ ve İmam Gazalî ise kadını “arzu ve dünyeviliğin sembolü” olarak tasvir etmiş ve tasavvufta manevi bir engel olarak görmüştür.

Tarihin tozlu sayfalarını incelediğimizde, ilkel toplumlarda kadınlar genellikle toplumsal yapının temel unsurlarından biri olarak saygı görmüş; üretim, çocuk bakımı ve dinî ritüellerde önemli roller üstlenmişlerdir. Avcı-toplayıcı toplumlarda eşitlikçi bir yapı söz konusu olabilse de toplumsal cinsiyetin iş bölümü ve kültürel normlarla şekillendiği görülmüştür. Kadınlar, sadece ev içindeki rolleriyle değil, aynı zamanda dinî, kültürel ve toplumsal hayattaki etkileriyle de önemli bir yer tutmuştur. Ancak Tarım Devrimi ve yerleşik hayata geçişle birlikte kadınların toplumsal statüleri zamanla azalmıştır. Antik Mısır, kadının daha özgür ve güçlü olduğu bir dönem olarak kabul edilebilir. Mısır’da kadınlar toplumda erkeklerle eşit haklara sahipti ve birçok alanda aktif roller üstleniyorlardı. Hatta bazı kadınlar, firavunluk gibi yüksek liderlik pozisyonlarına kadar çıkabiliyordu. Ancak bu tür dönemler istisna olarak kalmış, genelde kadınlar tarihin büyük bir kısmında toplumsal hayatta ikinci plana itilmiştir.

Postmodern toplumda kadınların hakları ve özgürlükleri büyük oranda gelişmiş olsa da hâlâ eşitsizliklerle karşılaşılmaktadır. Kadınların özgürlüğü, statüsü ve toplumsal konumu açısından en rahat olduğu dönem ise din, ekonomi, hukuk ve siyaset gibi faktörler göz önüne alındığında, avcı-toplayıcı toplumlar, yani insanı ilkel olarak nitelendirdiğimiz dönemlerdir. Bu toplumlarda kadınlar ve erkekler arasında belirgin bir iş bölümü olsa da birçok sosyal ve ekonomik alanda eşit bir statüye sahip olmuşlardır.

Avcı-toplayıcı kadın, dünyayı arkasında bırakarak hayatta kalmayı başardı; modern kadının her gününü kendi hikâyesiyle yeniden yaratacağı bir yaşamı olması dileğiyle…

Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.