Bir sabah uyanıyorsun ve her şey yerli yerinde. Camımdan
süzülen güneş ışıkları yine yatağıma yansıyıp uyandırıyor beni
ve yatağımın hemen karşısındaki çiçeğim ilk selam veriyor
bana. Dünya yine aynı hızla dönüyor, şehir aynı kaos içinde
nefes alıp veriyor. Ama içinde bir şeyler eksik, ruhsuz. Aslında
her şey aynı hiçbir şey değişmemiş de odamda. Bu eksikliği
tamamlamak, anlamak kolay değil. Kelimeye de dökülmüyor
çünkü bir adı yok. O… o sadece bir his; varlığını hissettiren
ama asla görülmeyen bir his. Hissetmek, anlamak için
gözlerimi kapasam da olmuyordu… o kaos ve korna sesleri…
Herkes her gün bir şeyler yapıyordu. Kimisi işe, kimisi okulda,
kimisi ve evde ya da geziyorlardı. Bir de ben vardım. Tüm
bunları dışardan izleyip sadece duran bir ben. Dünya sadece
bana dönmüyordu sanki. Herkes bir şeyler yaşıyordu. Kendini
tekrarlayan alışkanlıklar ve farkındalıksız yaşamlar… Tektim.
Yalnızdım. Ne bencilce ama… Yine de tüm bu yaşamların
içinde ben kimdim ki? Bu sorunun cevabı aklımın bir
köşesinde sislerin içinde kaybolmuştu. Ne zaman sorsam bu
soruyu cevapla birlikte kayboluyor kendime iyice
yabanlaşıyordum. Çünkü kim olduğumu bilmek kelimelerden
fazlasıydı ve ben o kelimeler daha öğrenmemiştim. Geçmişi,
yaşanmışlıkları, duyguları, düşünceleri ve tüm görünmeyen o
kırılmaları…
‘Anlıyor musun kendini?’
‘Hayır, kendimi tanıyor muyum ondan bile emin değilim.’
İnsan kendisini tanıdığını zanneder. Ama kim olduğumuzla
ilgili o cevaplar hep kaçtığımız o sisin içinde gizliydi. Varlığının
tüm parçaları o köşelerde saklıydı. Kendini bulmak için
kaçtığın o sis sadece başkalarının senden beklentilerine uyan
parçalardı. O başkalarının beklentileri için sen sen olmaktan
uzaklaşmıştın. Aynaya her baktığında gözlerinde tutsak
ruhunun çığlıkları kulağını tırmalasa da kapadın kulaklarını
kendine. Her yerde bir ‘sen’ oldu ama asla kendinde bir ‘ben’
olamadın. Ve şimdi aynaya baktığında artık sen değilsin. Başka
bir şey belki de… Sordun mu kendine hiç aynada gördüğün bu
insanın kendin olduğunu? Ben ne zaman değiştim? Bu
gördüğüm görüntüdeki gerçekten ben miyim? Yoksa bu
gördüğüm insan yıllar içinde başkalarının şekillendirdiği,
onların beklentilerinden inşa edilmiş bir görüntü mü? Bu
yansıma sadece yüzeyde görülen bir görüntüydü ama içime
nasıl da işlemiş böyle? Ya sadece gözlerimin içine bakıp
kendimi duysaydım… Belki o zaman duyar görürdüm kendimi.
Derinliğime iner kendimi keşfeder var olurdum. Ama
bilmiyordum kendimi. Derinliğimde yalnızlık mı vardı yoksa
unutulmuşluk bir benlik mi?
Özümden kaçamıyordum. Kaçamazdı kimse zaten. Fark
etmeden o derinliklerimde ruhumun özünü arıyordum. Ya da
ben aradığımı sanıyordum çünkü hissettiğim daha fazla
kaybolmaktan fazlası değildi. İşte bu yaşadığım ironi ise
hayatımın en gerçek yanıydı. Sorularımın cevaplarını
buldukça cevaplarım başka soruları doğuruyor ve ben her
soruda daha derinlere iniyordum. Ama bu derinlik sonsuz bir
uçurum gibiydi; bir yanım düşmekten korkuyor, diğer yanım
ise o karanlığın içinde bir ışık bulmayı umuyordu.
Bir anda, gözlerim kapalıyken, bir boşluk hissettim. İçimdeki
boşluk, sanki etrafımdaki her şeyin anlamını yitirdiği anı
yakalamıştım. Bütün o gürültü, o hız, o sürekli koşuşturan
dünyada bir duraklama anı. Kendi içime döndüğümde, bu
boşluğun beni nereye götüreceğini bilemedim. Her şey bir an
için durdu, ama sonra fark ettim ki kaybolmak, bir nevi
başlangıçtı. Belki de yalnızca yeniden var olma haliydi.
Hızla akan zaman, beni sürekli bir şeyler yapmaya itiyordu.
Fakat o an, kaybolmalıydım sadece.. Kendimi anlamaya
başladım, sadece var olmak, sadece hissetmek. Bir kayboluştu
ama aynı zamanda kendime varıyordum. İşte bu, yaşamın en
gerçek yönüydü. Gözlerimi açtım, dünya yine dönüyordu. Ve
ben kendime bir adım daha yaklaşmıştım.
Nietzsche’ye göre, kendimize inanmayı öğrenmeliydik. Çünkü
en zor inanan insanın kendisine duyduğu inanç olduğunu
söylüyordu. Ama nasıl? İnsan nasıl inanırdı kendisine? Ya
bulacağını sandığı şey o kadar güzel değilse? Ya o baktığı
aynanın ardında boşluk varsa?
‘O zaman cevapla ne bekliyorsun kendinden?’
‘Bilmiyorum, belki de tek istediğim görülmektir içinde
saklandığım kabana rağmen görülmek…’
‘Neden?’
Farkına varmadan sadece kendi kendime beklentilerimle
içimde kargaşa yaratmıştım. O kargaşanın içinde kendi
sesime duymaya çalışıyor ama duyamıyordum. Duymak için
‘daha iyi’ olmaya çalıştım. Daha güçlü, daha başarılı, daha
güzel, daha çok sevilmek… Ama ne zaman ‘daha fazlası’
olmaya çalışsam o ses iyice derinlerden gelmeye başladı.
Zaten ne zaman daha iyisi olmaya çalışırken o boşluğu
doldurabildik ki? Olan tek şey kendimi daha fazla kıyaslarken
bulmaktı. Ve o başkalarının fısıltıları içinde sonunda
kayboldum. Kaybolduğum yerden yazıyorum şimdi de bu
yazıyı. Sorularım o yüzden fazla. Sadece yanımdaki not
defterine bakarken gördüğüm yazının beni alıp
düşüncelerimde dolaştırmasıydı bu. ‘Kendin olmaya cesaret
et.’ En çok istediğim ama en başarısız olduğum yer hayatta
belki de. Çünkü o toplumdaki en güzel ne eğlenceli en sevilen
kız olarak doğmamıştım ben. Ben değildim. Ben daha çok
aykırıydım o toplumda. Sessiz ve kitaplarına gömülü biri.
Düşüncelerin tersine gitmeyi seven biri. Uyumsuzdum. Ama
sonra uyumlu olmam gerektiğini düşündüm. Hayatımdaki en
büyük yanılgıyı ve üstümden atamadığım kimliği edindiğim o
düşünce işte. Nasıl ve ne zaman oldu bilmiyorum. Ama sinsi
bir yılan gibi işlemişti tüm benliğime.
‘Peki bu yol bir gün bitecek mi?’ Ya biterse o zaman ne
olacak?’
‘Kendini bulmak bir varış noktası değil. Belki sana hep bir
sonuca göre hazırlanman gerektiğini söylediler ama yanlış.
Hayat bir varış değil bir yolculuk. Üstelik sonsuz bir yolculuk.’
Bu soruların sonunda kendimi bulup tanıdığımı sandığım
anların sonunda hep değişirken buluyordum kendimi. Tamam
bitti bu sefer dediğim her sonda yolculuğum tekrardan
başlıyordu. Her aldığım nefes yeniden yaratıyordu beni.
‘Yorucu değil mi?’
‘Bazen. Ama bu tazelenmek gibi, ferah ve parlak.’
‘Kendini ararken kaybolan her insan aslında varlığını
kuvvetlendiriyordur özünde. Var olmak için savaşmaz vardır
zaten. Tüm benliği ile yaşıyordur hayatını. Tutkuyla… Var
olmak evrenin sonsuz genişliğinde bir toz tanesi olmak kadar
küçük ama o genişliği anlamlandıran bir parça olmak kadar
büyüktür. Belki de yaşam, bu iki uç arasında bir denge
arayışıdır. O dengenin içinde korkularımız, umutlarımız,
aşkımız, arayışlarımız ve kayboluşlarımız vardı. Kaybolmaksa
bir son değil yeniden başlamak için gerekli duraktı
hayatımızda…