Tarih, büyük düşünürlerin aydınlattığı kadar, derin bir cehaletin gölgesinde de ilerlemiştir. Akıl ve bilginin el ele verip dünyayı değiştirdiği anlar olduğu gibi, kör inançların, önyargıların ve bağnazlığın zihinleri esir aldığı dönemler de vardır. Her düşünen insan, zamanla fark eder ki aptallık sadece bir bireyin değil, toplumun köklü bir gerçeğidir ve onunla savaşmaya çalışmak, kum fırtınasında yol almak gibidir.
Önceleri yanlışı gördüğümde, mantıksız bir düşünceyle karşılaştığımda, içimde derin bir öfke yükselirdi. Toplumun her kesiminde rastlanan bu akıl tutulmasına, körü körüne inanışlara, sorgulamadan tekrar edilen dogmalara karşı koymak için enerjimi harcardım. Ama sonra fark ettim ki bu bir döngüydü. Bir aptalı susturmak için kullandığım her kelime, sonsuz bir yankı gibi zihnimde dönüp dolaşıyor, beni yoruyordu. Karşındaki kişi, gerçeği duymaya hazır değilse, en güçlü argüman bile havada asılı kalıyor.
Aptallık, bulaşıcı bir hastalık gibidir. Yayılmak için mantığa değil, duygulara hitap eder. Çoğu insan, doğruları aramaktan ziyade, inandıklarını savunmayı tercih eder. Gerçekler, ancak onları görmek isteyen gözler için vardır. O yüzden tartışmak, çabalamak ve doğruyu anlatmak bazen sadece zaman kaybıdır.
Filozofların, bilgelerin öğretileriyle tanıştıkça anladım ki suskunluk, bazen en büyük zaferdir. Artık bir saçmalık gördüğümde ellerimi birbirine vuruyorum, kendime “Dur!” diyorum. Çünkü biliyorum ki aptallarla tartışmak, dipsiz bir kuyuya taş atmaya benzer. O taş asla bir zemine çarpmaz, sadece kaybolur.
Ve en kötüsü, insanlığın büyük çoğunluğu, tarihin en cahil insanlarının ardına düşmeye her zaman hazırdır. Mantıklı bir söz yerine, yüksek sesle bağırılan bir yalanı tercih ederler. Gerçekler, ancak onları duyabilecek kulaklar için bir anlam taşır. İşte bu yüzden, bazen susmak en büyük bilgeliğe dönüşür.
Kendini tüketmek yerine, susmanın gücünü keşfetmek… İşte, insanlığın aptallığının beni getirdiği en doğru nokta bu.
