SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT
O benim yakın köylüm, hemşehrim. Onun köyü ile bizim köyümüz yan yana. Bu yazıyı işte bu yüzden, sadece bir gazeteci olarak değil, aynı zamanda yakın köylüsü olarak yazmaya çalıştım.
Çocukluğumun en önemli figürlerindendi Neşet Emmi. Kırşehir’in ve daha sonra da bütün Türkiye’nin gariban köylerinde onun sesi yankılanır, onun türküleri ile dertlenilirdi.
Peki kimdi Neşet Emmi!
Bu evlerin baş köşelerine bir “ev ahalisi” kadar samimane hislerle gönüllere alınan bu ozan kimdi?
Selda Bağcan onun için, “Başka bir ülkede olsaydı, dünya çapında meşhur olurdu” demişti röportajımızda.
Orta Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarında köy düğünlerinde duyulmaya başladı onun sesi. Hüzün ve umut iç içe geçmiş, insanın varoluşunu, aşkını, acısını anlatan bir sesi vardı… “Bozkırın Tezenesi” olarak anılan bu büyük ozan, yalnızca bir müzisyen değil, Anadolu kültürünün taşıyıcısı, halk bilgeliğinin sözcüsü, gönüllerin tercümanı oldu. Hayatı boyunca “Ben sadece toprağın sesiyim” diyen Neşet Ertaş, gerçekten de Anadolu’nun bağrından kopup gelen bir ses olarak kaldı zihinlerde…
Doğuşu ve Çocukluğu: Bir Ozanın İlk Adımları
1938 yılının soğuk bir kış gününde, Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesine bağlı Kırtıllar köyünde dünyaya geldi Neşet Ertaş. Doğduğu ev, dört tarafı toprak duvarlarla çevrili, damı toprak bir Anadolu eviydi. Babası, dönemin ünlü abdal müzisyenlerinden Muharrem Ertaş’tı. Anadolu abdalları, yüzyıllardır müzik geleneğini yaşatan, düğünlerde, şenliklerde sazlarıyla, sözleriyle halkın duygularına tercüman olan gezgin müzisyenlerdi. Neşet, daha konuşmayı öğrenmeden önce babasının sazının tellerine dokunmuş, kulağına babasının yanık sesi yerleşmişti. Küçük yaşta annesini kaybeden Neşet, babasının yanında köy köy, kasaba kasaba dolaşmaya başladı. Henüz sekiz yaşındayken babasıyla birlikte düğünlerde çalıp söylüyor, keman çalıyordu. Babasının ona öğrettiği ilk türkülerden biri “Zahidem” olmuştu. Küçük Neşet, bu türküyü çalarken köylüler hayran kalıyor, “Muharrem Usta’nın oğlu babasını geçecek” diyorlardı.
Okul yüzü görmeyen Neşet, hayatın okulunda eğitim aldı. Babası ona sadece müziği değil, hayatı da öğretti. “Oğlum” derdi Muharrem Usta, “Sazı eline aldığında önce kendine çalacaksın. Kendini hissetmezsen, dinleyeni de hissettiremezsin. Sonra dinleyene çalacaksın. Dinleyeni hissetmezsen, seni dinlemez. En son da kazanca çalacaksın.” Bu öğütler, Neşet’in hayat felsefesi oldu.
Usta-Çırak İlişkisi: Babanın İzinde
Muharrem Ertaş, oğluna sazın inceliklerini, türkülerin makamlarını, söz söylemenin ustalığını öğretti. Abdal geleneğinde usta-çırak ilişkisi, baba-oğul ilişkisiyle iç içe geçmiştir. Neşet, babasının türkülerini dinleyerek, onun tezene vuruşlarını izleyerek büyüdü. Babasının tavrını özümsedi ama zamanla kendi özgün tavrını da geliştirdi.
On üç yaşına geldiğinde artık kendi başına düğünlere gitmeye, para kazanmaya başlamıştı. Bir yandan düğünlerde çalıyor, bir yandan da kendi türkülerini besteliyordu. İlk bestelerinden biri olan “Zahide’m” türküsünü, köyünden bir kıza duyduğu platonik aşkla yazmıştı. Bu türkü, daha sonra onun imza eserleri arasına girecekti.
Neşet’in müziğinde, babasından aldığı miras ile kendi yaratıcılığı harmanlanıyordu. Bozlaklar, Orta Anadolu’nun bu yanık havaları, onun sesinde yeni bir ruh kazanıyordu. Uzun havalar, kırık havalar, halay havaları… Her birini kendi duygu dünyasından geçirerek yeniden yorumluyordu.
Ankara Yılları: Radyo ve İlk Plaklar
1950’li yılların başında Ankara’ya göç eden Neşet Ertaş, burada müzik kariyerinde önemli adımlar attı. Ankara’nın kenar mahallelerindeki düğünlerde, gazinolarda çalıp söylüyordu. O zamanlar Ankara, köyden kente göçün yoğun olduğu bir dönemde, Anadolu’dan gelen insanların buluşma noktasıydı. Neşet, bu insanların sesi oldu, onların özlemlerini, sevinçlerini, acılarını dile getirdi.
1957 yılında Ankara Radyosu’nda program yapmaya başladı. Radyo, o dönemde en etkili kitle iletişim aracıydı ve Neşet’in sesini geniş kitlelere ulaştırmasına vesile oldu. Aynı yıl ilk plağını çıkardı: “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül / Elif Kızın Örgüleri”. Bu plak, büyük ilgi gördü ve kısa sürede satış rekorları kırdı. Ankara’da geçirdiği yıllarda müzik dünyasında tanınmaya başlayan Neşet Ertaş, bir yandan da aşk acısı çekiyordu. Sevdiği kızın ailesi, bir abdal müzisyeni damat olarak kabul etmemişti. Bu ayrılık, onun müziğini derinden etkiledi ve en acıklı türkülerinin ilham kaynağı oldu. “Yazımı Kışa Çevirdin”, “Ah Yalan Dünya”, “Gönül Dağı” gibi türküler, bu dönemin ürünleri olacaktı…
Almanya Yılları: Gurbet ve Hasret
1970’li yılların başında, kızı Döne’nin tedavisi için Almanya’ya giden Neşet Ertaş, orada yaklaşık 30 yıl kaldı. Almanya’da inşaat işçiliği yaparak geçimini sağladı, ama müziği hiç bırakmadı. Almanya’daki Türk toplumu arasında sazı ve sözüyle büyük saygı gördü, düğünlerde, derneklerde çalıp söyledi. Gurbet yılları, Neşet Ertaş’ın müziğine yeni bir boyut kattı. Vatan hasreti, memleket özlemi, türkülerine daha bir yanıklık, daha bir derinlik verdi. “Gönül Dağı” türküsünde söylediği gibi, “Dost elinden gel olmazsa, şu gönlümün dağı sızlar” diyerek içindeki sızıyı dile getiriyordu.
Almanya’da yaşadığı yıllarda Türkiye’deki müzik dünyasından uzak kalmayı tercih eden Neşet Ertaş, plak şirketlerinin tekliflerini geri çevirdi. Onun için müzik, para kazanma aracı değil, ruhun dışa vurumuydu. “Ben türkü söylemiyorum, türkü beni söylüyor” diyordu. Bu tavır, onu müzik endüstrisinin ticari kaygılarından uzak tuttu ve sanatını kendi özgünlüğü içinde sürdürmesini sağladı.
Türkiye’ye Dönüş: Yeniden Keşfedilen Değer
2000 yılında, uzun bir ayrılığın ardından Türkiye’ye dönen Neşet Ertaş, burada büyük bir sevgiyle karşılandı. Artık “Bozkırın Tezenesi”, “Anadolu Ozanı” gibi unvanlarla anılıyor, genç müzisyenlere ilham kaynağı oluyordu. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde konserler verdi, festivallere katıldı. Bu konserlerde, her yaştan insan onun türkülerini hep bir ağızdan söylüyordu.
Türkiye’ye döndüğünde, müziğinin ne kadar geniş bir kitleye ulaştığını görmek onu şaşırttı. Üniversite öğrencileri, aydınlar, sanatçılar, hepsi Neşet Ertaş hayranıydı. O ise her zamanki mütevazı tavrıyla, “Ben sadece türkü söylerim” diyordu.
Ama herkes biliyordu ki, o sadece türkü söylemiyor, bir kültürü, bir geleneği, bir yaşam bilgeliğini aktarıyordu.
2006 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Bu ödülü alırken yaptığı konuşma, onun insana ve hayata bakışını özetler nitelikteydi: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. İnsanı yaşatmanın ilk şartı ise ona saygı göstermektir. İnsanı yaşatan sevgidir, hoşgörüdür
Sonsuzluğa Yolculuk: Bir Ozanın Mirası
25 Eylül 2012 tarihinde, 74 yaşında hayata gözlerini yuman Neşet Ertaş, ardında zengin bir müzik mirası bıraktı. Yüzlerce türkü, onlarca albüm, binlerce gönülde yer eden bir ses… Ama belki de en önemlisi, insana, doğaya, yaşama dair bir bakış açısı, bir bilgelik…
Neşet Ertaş’ın cenazesi, doğduğu topraklara, Kırşehir’e defnedildi. Cenaze törenine binlerce kişi katıldı, Türkiye’nin dört bir yanından insanlar son yolculuğunda ona eşlik etti.Cenazeye katılanlar arasında devlet adamları, sanatçılar, akademisyenler olduğu gibi, köylüler, işçiler, öğrenciler de vardı. Bu, Neşet Ertaş’ın her kesimden insana dokunabildiğinin bir göstergesiydi.
Ölümünden sonra, müziği ve felsefesi üzerine kitaplar yazıldı, belgeseller çekildi, akademik çalışmalar yapıldı. Kırşehir’de adına müze açıldı, heykeli dikildi. Ama en önemlisi, türküleri dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam etti.
Müzikal Kimliği: Tezene ve Nefes
Neşet Ertaş’ın müziği, Orta Anadolu’nun geleneksel müzik formlarını içerir. Bozlaklar, uzun havalar, oyun havaları onun repertuvarının temelini oluşturur. Bağlamayı kendine özgü bir tavırla çalar, tezeneyi adeta konuşturur. Ses aralığı geniştir, bazen fısıltı gibi hafif, bazen feryat gibi güçlü söyler.
Şiirlerinde sade bir dil kullanır, ama bu sadelik içinde derin anlamlar gizlidir. Aşk, gurbet, hasret, ölüm, doğa, yaşam onun başlıca temalarıdır. Türkülerinde sıkça doğa metaforları kullanır; dağlar, ırmaklar, kuşlar, çiçekler onun dilinde insani duyguların sembolü haline gelir.
“Türkünün babası” olarak anılan Neşet Ertaş, sadece geleneksel müziğin taşıyıcısı değil, aynı zamanda yenileyicisidir. Geleneksel kalıpları korurken, kendi özgün yorumunu da katmış, böylece müziğe yeni bir soluk getirmiştir.
İnsan ve Hayat Felsefesi: Gönül Bağı
Neşet Ertaş’ın hayat felsefesinin temelinde insana saygı ve sevgi vardır. “İnsan olmaya geldik cihana” diyen ozan, insanın değerini her şeyin üstünde tutar. Ona göre din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin tüm insanlar saygıyı hak eder.
Abdal geleneğinden gelen hoşgörü ve tevazu, onun kişiliğinin ayrılmaz parçasıdır. Hiçbir zaman kendini öne çıkarmaz, hep “ben bir türkü söyleyicisiyim” der. Ünü ve saygınlığı arttıkça daha da alçakgönüllü olur.
Doğayla iç içe büyüyen Neşet Ertaş, doğanın ritmine, döngüsüne saygı duyar. Türkülerinde doğanın sesi, rengi, kokusu hissedilir. “Bu dünyada ben bir misafirim” diyerek, dünyada geçici olduğumuzun, doğaya ve diğer canlılara saygı göstermemiz gerektiğinin altını çizer.
Sonuç: Bozkırdan Yükselen Evrensel Ses
Neşet Ertaş, Orta Anadolu’nun bağrından kopup gelen ve evrensel değere dönüşen bir ozandır. Onun türküleri, sadece bir yörenin, bir kültürün değil, insanlığın ortak duygularının ifadesidir. Aşk, acı, sevinç, hasret gibi evrensel temaları işleyen türküleri, dünyanın her yerindeki insanların kalbine dokunur.
Ölümünden yıllar sonra bile türküleri aynı tazelikle söylenen Neşet Ertaş, Anadolu topraklarının yetiştirdiği en büyük ozanlardan biridir. Onun bıraktığı miras, sadece müzikal bir miras değil, bir dünya görüşü, bir yaşam bilgeliğidir.
“Aşkın aldı benden beni / Bana seni gerek seni” diyen Yunus Emre’nin, “Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim” diyen Hacı Bektaş Veli’nin yolundan giden Neşet Ertaş, gönül adamıdır. Onun müziği, gönülden gönüle bir köprü kurar, insanları birleştirir, ortak bir duyguda buluşturur. Bugün Neşet Ertaş’ın türküleri, Anadolu’nun dört bir yanında, büyük şehirlerin konser salonlarında, köy meydanlarında, ev oturmalarında, gençlerin dilinde, yaşlıların anılarında yaşamaya devam ediyor. Çünkü o, kendi deyişiyle, “yüreğin sesi”ydi. Yürekten gelen ses, hiçbir zaman susmaz.