Gamze Çınar Duisburg
Kadınların hikayesi, insanlık kadar eski bir destan gibi. Onların hakları, sadece kendi omuzlarına yüklenmiş bir mücadele olmamalıydı; tüm toplumlar, cinsiyet farkı gözetmeden bu yükü paylaşmalı, kadınların hak ettiği eşitliği bir hediye gibi değil, bir borç gibi sunmalıydı. Modern çağda bile, değişmiş gibi görünen dünyanın altında, pek çok kadın aynı eski zincirlerle boğuşuyor. Tarih boyunca, kadınlar bir gölge gibi toplumsal, ekonomik ve kültürel duvarların ardına itildi; bazen sessizce, bazen çığlıklarla, ama hep ikinci planda.
Bu hikaye, çok çok eskilerde, insanlığın ilk adımlarını attığı günlerde başlıyor. Antropologlar anlatır: Kadınların baskılanması, evrimin bir noktasında, sessizce sahneye çıktı. Toplayıcı-avcı toplumlarda kadınlar, ellerinde sepetlerle besin toplarken, doğurganlıklarıyla hayatın kaynağıyken, birden her şey değişti. Tarım devrimi geldi; topraklar parsellendi, mülkiyet denen şey doğdu. Erkekler ellerinde silahlarla savaşlara koşarken, kadınlar evlerin içine, sessiz köşelere çekildi. Anaerkil günler geride kaldı; ataerkillik, tahtını sağlamlaştırdı.
Antik Çağ: Güçten Göçüşe
Milattan Önce 10.000’lerde, kadınlar henüz toplulukların kalbiydi. Besin topluyor, çocuk doğuruyor, yaşamı ayakta tutuyordu. Ama tarım devrimi, MÖ 8.000’lerde sahneye çıkınca, her şey altüst oldu. Toprak kimin olacak kavgası başladı; savaşlar, mülkiyet, erkek egemenliği… Kadınlar, yavaş yavaş sahneden çekildi. Mezopotamya’da Sümerler, MÖ 3100’lerde kadınlara hala bir yer veriyor gibiydi; sokaklarda, tapınaklarda vardılar. Ama sonra Hammurabi Kanunları geldi, MÖ 1754’te. Yazılı taşlara kazınan bu yasalar, erkeklerin üstünlüğünü mühürledi. Yine de Mısır’da işler farklıydı; Hatshepsut gibi bir kadın, firavun olup tahta oturdu, erkeklerin dünyasına meydan okudu. Antik Yunan’a gelince, kadınlar adeta bir eşya gibi görülüyordu. Atina’da evden çıkmaları bile zordu; siyaset mi? Asla! Sparta’da ise güçlü olmaları için eğitildiler, ama yine de söz hakları yoktu. Roma’da biraz nefes aldılar; sosyal hayatta göründüler, ama siyasette yine gölgelerdi.
Orta Çağ: Din ve Karanlık
Orta Çağ’da sahneye din girdi. Kilise ve cami, kadınlara hem bir el uzattı hem de onları sıkı sıkı bağladı. İtaatkâr ol, erdemli ol, evde kal… Hristiyanlık ve İslamiyet bazı haklar getirse de, boşanma gibi umutlar ataerkil ellerde eridi. Sonra cadı avları başladı, 1450’lerde. Avrupa’da binlerce kadın, “Şeytanla dans ediyor!” diye suçlanıp yakıldı. Alevler arasında kaybolan hayatlar, korkunun ve baskının simgesi oldu.
Derken, 16. yüzyılda bir şeyler değişmeye başladı. Fransız Devrimi’nin dumanı yükselirken, 1789’da kadınlar sokaklara döküldü: “Eşitlik istiyoruz!” Olympe de Gouges, 1791’de kalemiyle haykırdı, Kadın Hakları Bildirgesi’ni yazdı. Ama kimse dinlemedi. Yine de tohum ekilmişti. 1848’de feminist rüzgarlar esmeye başladı. 1869’da Wyoming’de kadınlar oy hakkını kapan ilk şanslılar oldu. 1918’de İngiltere, 1920’de ABD, 1934’te Türkiye… Kadınlar, birer birer zincirlerini kırmaya başladı. 20. yüzyıl, bu uyanışın hızlandığı zamanlar. Betty Friedan, 1963’te Feminine Mystique ile bir devrim ateşledi. 1979’da CEDAW, kadınları küresel arenada kucakladı. 2011’de İstanbul Sözleşmesi, şiddete karşı bir kalkan olmayı vaat etti; ta ki Türkiye 2021’de “Biz yokuz” diyene kadar. O gün, sokaklar yine öfkeyle doldu.
Günümüz: Hem Işık Hem Gölge
Kadınlar, tarihin her sahnesinde bir rol oynadı: eş, anne, bazen de sadece bir gölge. Toplum onlara hep “Evlen, kurtul” dedi; ama çoğu zaman bu evlilikler, sevgisiz, saygısız bir hapishane oldu. Evlenmeyenler mi? Yalnızlık korkusuyla, “Çocuk doğurmazsan ne olursun?” baskısıyla büyüdüler. Kendi yolunu bulmaya çalışan kadınlar, cahil bir toplumun duvarlarına çarptı durdu. Bugün bile eşitlik uzak bir hayal. Birleşmiş Milletler diyor ki: 2023-2024’te her gün 140 kadın, en yakınları tarafından öldürüldü; yılda 51.100 can… Türkiye’de 2024’te 394 kadın cinayeti, 259 şüpheli ölüm. Almanya’da 180.700 kadın şiddetin pençesinde; 938’i nefretle katledildi. Evler, sığınak olmaktan çok tuzak gibi.
Ama işte, kadınlar durmuyor. Her gün bir kadın, hayallerinin peşine düşüyor; dünyayı değil, insanları değiştiriyor. Başarıları diploma, para ya da evlilik değil; kendi yollarını çizmeleri, kendi doğrularıyla var olmaları. Onların hayatı, başkalarının reçetelerine göre yazılmamalı. Anne olmak istemeyebilir bir kadın; önce kendini bulmak isteyebilir. Güven ve sevgiyle adım atar, yolun sonunu görmese bile. Toplum, kadınları hem bir ışık gibi görür hem de o ışığı zincirlerle boğar. Oysa her canlı, bir kadının elinden doğar. Kadınlar güçlendikçe, ekonomiyle, özgürlükle ayağa kalktıkça, şiddet de silinir gider. Ama bu, tek başına olmaz; caydırıcı yasalar, hızlı adalet, hepimizin sorumluluğu. Kadınlar, tarih boyunca erkeklerden daha çok savaşmak zorunda kaldı. Ve şimdi, her biriyle, dünya biraz daha aydınlanıyor. Çünkü bir kadın, sadece kendini değil, bir nesli kurtarır.