“Burada Allah yok, Peygamber izinde’

Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşetin baş sorumlusu ve uygulayıcısı, Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’dı. 1949 yılında Çanakkale’de doğan Yıldıran, 1980 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’nin komutanlığına getirilmişti. Özel olarak işkence teknikleri konusunda eğitim aldığı söyleniyordu. Amerika’daki Guantanamo ve Güney Amerika’daki diktatörlük dönemlerinde kullanılan işkence yöntemlerini Diyarbakır’da sistematik hale getirmişti.

Generallerin Kürt Avcısı: Esat Oktay Yıldıran

Gece yarısı, Diyarbakır’ın soğuk duvarları arasında, 5 Nolu Askeri Cezaevi’nin demir kapıları bir kez daha gıcırdadı. Yirmi dört yaşındaki Mehmet, gözleri bağlı, ellerinde kelepçelerle içeri sürükleniyordu. Daha kapıdan girer girmez kulaklarında çınlayan çığlıklar, onu bekleyen karanlık günlerin habercisiydi.

“Hoş geldin terörist!” diye bağırdı gardiyan, yüzünde sadistçe bir gülümsemeyle. “Buradan insan olarak çıkamazsın

Mehmet’in “hoş geldin dayağı” tam üç saat sürdü. Sekiz gardiyan sırayla coplarla, kalaslarla, tekmelerle ona saldırdı. Baygınlık geçirdiğinde üzerine soğuk su dökerek uyandırıyor, işkenceye devam ediyorlardı. Kanlar içinde 40 kişilik koğuşa atıldığında, diğer mahkumlar sessizce ona baktı. Gözlerinde aynı acıyı görebiliyordu – hepsi bu “karşılama töreninden” geçmişti.

Esat Oktay Yıldıran: İşkencenin Simgesi

Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşetin baş sorumlusu ve uygulayıcısı, Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’dı. 1949 yılında Çanakkale’de doğan Yıldıran, 1980 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’nin komutanlığına getirilmişti. Özel olarak işkence teknikleri konusunda eğitim aldığı söyleniyordu. Amerika’daki Guantanamo ve Güney Amerika’daki diktatörlük dönemlerinde kullanılan işkence yöntemlerini Diyarbakır’da sistematik hale getirmişti.

Esat Oktay, siyah üniforma ve siyah botuyla tanınırdı. Cezaevinde bir kral gibi dolaşır, mahkumlar için “terörist haşerat” ifadesini kullanırdı. Yanından hiç ayırmadığı “Co” adlı Alman çoban köpeği, onun korku imparatorluğunun sembolüydü. Mahkumları köpeğine selam vermek zorunda bırakır, itaat etmeyenleri köpeğe saldırtırdı.

“Burada Allah yok, peygamber izne çıktı. Burada sadece ben varım!” sözü, onun cezaevindeki mutlak hakimiyetini gösteriyordu. İşkence seanslarına bizzat katılır, bazen saatlerce süren işkencelerde yorulduğunda diğer gardiyanlara devredip izlerdi.

Yıldıran’ın işkence repertuvarı genişti: Elektrik verme, Filistin askısı, fare hücresi, tazyikli su, cinsel işkence, dışkı yedirme… Fakat en çok, Türklük vurgusuna dayalı sistematik kimlik yıkımı ile anılırdı. Kürt mahkumları “Türküm, doğruyum, çalışkanım” demeye zorlar, Türkçe bilmeyenleri insanlık dışı cezalara çarptırırdı.

“Sen Türksün, Kürt diye bir millet yok,” diye bağırırdı mahkumların yüzüne. “Sizi adam edeceğim, Türklüğünüzü hatırlatacağım

Bir keresinde, mahkumların marş söylemediğini düşünerek tüm koğuşu avluya çıkarmış, çırılçıplak soydurmuş ve saatlerce kar üzerinde beklemeye zorlamıştı. Dokuz mahkum donarak ölmüştü.

Esat Oktay’ın gözünde çocuklar bile düşmandı. On üç yaşındaki mahkumlara bile aynı işkenceleri uygulattırır, “Küçük teröristler büyük terörist olmasın” derdi.

Cezaevinde kimyasallarla dolu büyük bir havuz vardı. Mahkumlar bu havuza atılır, derileri yanana kadar bekletilirdi. Esat Oktay, bu işkence sırasında kahkahalarla gülerdi. “Hepinizi eritecegim,” derdi.

Mehmet, bir gece yarısı işkence odasına götürüldüğünde Esat Oktay’la ilk kez yüz yüze geldi. Odasının duvarında “Ya Sev Ya Terk Et” yazıyordu. Masasının üzerinde işkence aletleri diziliydi.

“Sen Kürt müsün, Türk müsün?” diye sordu Yıldıran.

Mehmet sustuğunda, Esat Oktay hışımla yerinden kalktı. “Köpeğime selam vermeyecek misin?” diye bağırdı. Co, Mehmet’in bacaklarına saldırdı, parçalamaya başladı. Yıldıran kahkahalarla gülüyor, “Co, o bir terörist, hak ettiğini ver ona,” diye köpeğini teşvik ediyordu.

Esat Oktay Yıldıran’ın emriyle, mahkumlar birbirlerine işkence yapmaya zorlanıyordu. “Ya arkadaşına işkence yaparsın, ya da ikinize daha beterini yaparım,” derdi. Bu psikolojik işkence, mahkumlar arasındaki dayanışmayı kırmak için tasarlanmıştı.

Esat Oktay’ın Sonu

Esat Oktay Yıldıran, 1984 yılında Diyarbakır Cezaevi’ndeki görevinden ayrıldı. Bazı kaynaklara göre terfi ettirilmiş, bazılarına göre ise uluslararası baskılar sonucu görevden alınmıştı. İstanbul’a tayini çıktı ve İstanbul Halkalı Topçu Okulu’nda göreve başladı.

İşkence rejiminden kurtulan mahkumlar için Esat Oktay ismi, kabusların simgesiydi. Ancak bu kabus, 1988 yılında sona erdi. Esat Oktay Yıldıran, 1 Ekim 1988’de İstanbul’dan Ankara’ya giden bir otobüste suikasta uğradı. PKK üyesi olduğu iddia edilen Vedat Aydın tarafından öldürüldüğü belirtildi. Suikastın, Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerin intikamı olduğu söylendi.

Yıldıran’ın ölüm haberi, eski mahkumlar arasında farklı duygular uyandırdı. Bazıları için adalet yerini bulmuştu, bazıları için ise gerçek adalet, onun mahkeme önünde hesap vermesi olurdu.

Esat Oktay Yıldıran’ın mezarı, Edirnekapı Şehitliği’nde bulunuyor. Bazı çevreler tarafından “görev şehidi” olarak anılsa da, birçok insan hakları savunucusu ve eski mahkum için o, modern Türkiye tarihinin en acımasız işkencecilerinden biri olarak hafızalarda kaldı.

Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamaları, sadece kişisel inisiyatifi değil, sistemli bir devlet politikasının parçasıydı. Yıldıran gitti, ama kurduğu sistematik işkence düzeni uzun yıllar devam etti. Cezaevindeki işkenceler 1980’lerin sonlarına doğru azalsa da, izleri mahkumların bedenlerinde ve ruhlarında silinmez izler bıraktı.

Esat Oktay Yıldıran’ın uyguladığı işkence yöntemleri, daha sonra yayımlanan kitaplarda, belgesellerde ve mahkum anılarında detaylı olarak anlatıldı. İnsanlık dışı uygulamaları, Türkiye’nin yakın tarihinin en karanlık sayfalarından biri olarak kaydedildi.

Cezaevinde Hayat

Sabah 5’te düdük sesiyle uyandırıldılar. Koğuşun ortasında çırılçıplak soyunmaya zorlandılar. Avluda buz gibi havada, çıplak vücutlarıyla saatlerce İstiklal Marşı söylemeye ve “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” sloganlarını tekrarlamaya zorlandılar. Mehmet’in yanındaki genç adam, Kürtçe “yapamıyorum” dediği için hemen koğuştan çıkarıldı. Akşama döndüğünde onu tanıyamadılar; yüzü şişmiş, dişleri kırılmış, kulaklarından kan geliyordu.

Gardiyan şef Esat Oktay, mahkumlar arasında “Kürt Avcısı” olarak anılıyordu. Yanında her zaman “Co” adını verdiği Alman çoban köpeği vardı. Bir gün koğuşa girdiğinde, mahkumları köpeğe selam vermek için sıraya dizdi.

“Co’yu selamlayın, o sizden daha değerli!” diye bağırdı. Mehmet, bu aşağılamaya dayanamayıp kafasını çevirdiğinde, Esat Oktay’ın emriyle diğer mahkumlar tarafından dövülmeye zorlandı. “Ya o döver, ya siz döversiniz. Seçim sizin,” diyordu gardiyan.

Cezaevinde yemek saatleri bile işkenceye dönüşüyordu. Çürümüş, böcekli yemekler önlerine konuyor, bitirmedikleri takdirde saatlerce dayak yiyorlardı. Bir keresinde, yemek yerine leğenlerde dışkı getirildi.

“Yiyin! Bu sizin yemeğiniz!” diye bağırdı gardiyanlar. Reddeden mahkumlar, sırayla “Filistin askısına” alındı. Kolları arkadan bağlanıp tavana asılan mahkumların omuz eklemleri çıkıyor, bazıları günlerce bu pozisyonda tutuluyordu.

Cezaevinde 13 yaşında çocuklar bile vardı. Küçük Azad, politik hiçbir bağlantısı olmadan, sadece bir gösteride bulunduğu için getirilmişti. Bir gece, gardiyanlar onu koğuştan aldı. Saatler sonra geri getirdiklerinde, çocuk konuşamıyordu. Gözleri boş boş bakıyor, titriyor, kimseyle iletişim kurmuyordu. Daha sonra diğer mahkumlar, gardiyanların onu gece boyunca tecavüz ettiğini öğrendi.

Kadın koğuşlarında durum daha da korkunçtu. Ayşe, 22 yaşında üniversite öğrencisiydi. İşkence odasında çırılçıplak soyulup tavana asıldı. Gardiyanlar elektrik verirken, diğerleri ona tecavüz etmeye çalıştı. Direnen Ayşe’ye, “Seni o kadar acımasızca cezalandıracağız ki, doğacak çocuğun bile bunun izlerini taşıyacak,” dediler. Ayşe, bu işkenceden sonra bir daha asla çocuk sahibi olamadı.

Cezaevinde hücreler, insan pisliğiyle doluydu. Tuvalete gitmek için izin verilmediğinden, mahkumlar bulundukları yere dışkı yapmak zorunda kalıyordu. Sonra da bu pisliğin içinde yaşamaya zorlanıyorlardı. Hastalıklar yaygındı. Verem, tifo, dizanteri gibi hastalıklara yakalanan mahkumlar tedavi edilmiyor, ölüme terk ediliyordu.

84 yaşındaki Hasan dede, oğlunun “suçuna ortak olmakla” suçlanmıştı. Kalp hastası olmasına rağmen, saatlerce avluda güneş altında bekletildi. Yalvarmalarına rağmen su verilmedi. Birkaç gün sonra hücresinde ölü bulundu. Ailesi cenazeyi aldığında, vücudundaki işkence izleri açıkça görülüyordu.

İşkenceciler, yeni yöntemler geliştirmekten asla vazgeçmiyordu. “Fare hücresi” olarak bilinen bir odada, mahkumlar farelerle birlikte tutuluyordu. Aç bırakılan fareler, yaralı mahkumların etlerini kemiriyordu. Bazı mahkumlar bu işkenceden sonra akli dengelerini yitirdi.

Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek, bu dayanılmaz koşullarda açlık grevine başladı. “İnsanca yaşam istiyoruz,” diye haykırdılar. Açlık grevinin 55. gününde Kemal Pir hayatını kaybetti. Onu diğerleri izledi. Ölürken bile direniyor, insanlıklarını korumaya çalışıyorlardı.

Cezaevinde en korkulan işkencelerden biri de “Arap Şeyh” olarak adlandırılan yöntemdi. Mahkumun anüsüne cop sokularak iç organlarına zarar veriliyordu. Bu işkence sonucunda birçok mahkum kalıcı sağlık sorunlarıyla yaşamak zorunda kaldı, bazıları hayatını kaybetti.

Hücrelerindeki mahkumların zihinlerini de kırmaya çalışıyorlardı. Gece-gündüz askeri marşlar, milliyetçi sloganlar ve propaganda yayınları durmaksızın hoparlörlerden veriliyordu. Uyku yoksunluğu, mahkumların psikolojisini bozmak için kullanılan en etkili yöntemlerden biriydi.

Mehmet, beşinci ayında artık tanınmaz haldeydi. Otuz kilo kaybetmiş, saçları beyazlamış, gözlerindeki ışık sönmüştü. Bir gece, yanındaki ranzada yatan arkadaşı Deniz’in intihar etmesine şahit oldu. Kendini ranza demirine asmıştı. Gardiyanlar, Deniz’in cesedini sürükleyerek götürürken, “Bir terörist daha eksildi,” diye gülüyorlardı.

Güneşi görmek bile lükstü onlar için. Koğuş pencereleri kapatılmış, dışarıyla tüm bağlantıları kesilmişti. Aileleriyle görüşmeleri ya tamamen yasaklanıyor ya da işkence altında gerçekleşiyordu. Aileler, evlatlarının durumunu öğrenmek için cezaevi önünde günlerce bekliyor, çoğu zaman boş dönüyordu. Bir gün, uluslararası bir insan hakları heyetinin cezaevini ziyaret edeceği duyuruldu. Gardiyanlar telaşlandı. Koğuşlar alelacele temizlendi, işkence izleri olan mahkumlar gizlendi. Heyet geldiğinde, seçilmiş birkaç mahkum dışında kimseyle görüşmelerine izin verilmedi. O mahkumlar da, ailelerine zarar verilmekle tehdit edildikleri için gerçeği söyleyemedi.

Diyarbakır Cezaevi’nden sağ çıkabilenler, yaşadıkları travmayı hiçbir zaman atlatamadı. Birçoğu intihar etti, bazıları akıl sağlığını yitirdi, kalanlar ise kabuslarla dolu bir hayata mahkum oldu. İşkence izlerini sadece bedenlerinde değil, ruhlarında da taşıdılar.

Mehmet, üç yıl sonra serbest bırakıldığında, kollarını kullanamıyor, yürümekte zorlanıyor ve geceleri sürekli kabus görüyordu. Dışarıda özgür olsa da, zihni hala o karanlık hücrelerde hapisti. “Bizi öldürmediler, çünkü ölüm bir kurtuluş olurdu,” diyordu titreyen sesiyle, “Bizi yaşayan ölülere dönüştürdüler.”

Diyarbakır Cezaevi, Türkiye’nin yakın tarihindeki en utanç verici sayfalardan biridir. İnsanlık onuru, bu duvarlar arasında sistematik olarak yok edilmeye çalışıldı. Yaşananlar, sadece bir cezalandırma değil, kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirme projesiydi.

O günlerden bugüne kalanlar, sessiz çığlıklar ve anlatılamaz acılarla dolu anılar. Hayatta kalan mahkumların tanıklıkları, insanlığın en karanlık yüzünü göstermekte, bu acıların bir daha yaşanmaması için tarihe not düşmekte.

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.