Sabri Uçar Çalışkan
Üstünlük… Bu kelime insanın zihninde derin bir yankı bırakır, tıpkı dağların arasındaki boşlukta yankılanan bir çığlık gibi. Kadın ve erkek üzerine konuştuğumuzda, bu iki varlığı kıyaslamak, birbirine denk getirmeye çalışmak yahut üstünlüğü birine atfetmek, nehrin akışını bir tarafa çekmeye çalışmak gibidir. Ancak doğa, dengeyi sever. Dağlar arasındaki vadide akan bir nehirde olduğu gibi, kadın ve erkek de birbirini tamamlayan iki unsurdur. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunda eksik kalır.
Kadın, bir toprağın sabrıdır. İçinde sakladığı tohumları filizlendiren, yeri geldiğinde kuraklığa meydan okuyan bir bereket kaynağıdır. Erkek, gökyüzünün hırçınlığıdır. Yağmur olup toprağı besler, rüzgâr olup dalları sallar. Ancak unutulmamalıdır ki, rüzgâr toprağı savurabilir; yağmur da fazla yağarsa sele dönüşüp her şeyi alıp götürebilir. O halde, üstünlük nerede gizlidir? Toprağın dirayetinde mi, gökyüzünün kudretinde mi? Yoksa her ikisinin birbiriyle uyumundaki ahenk midir bu üstünlük?
Erkek, genellikle fiziksel güçle özdeşleştirilir. Vücudunun kaslarında taşıdığı enerji, dağların sağlamlığına benzetilir. Fakat dağlar, yalnızca kendi sertliğine yaslanmaz; eriyen karların oluşturduğu nehirler olmadan dağlar, sadece suskun taş yığınlarıdır. Kadın ise fiziksel zarafetiyle anılır. Ancak bu zarafetin ardında, insan bedeninin sınırlarını zorlayan bir dayanıklılık yatar. Bir çocuğu dünyaya getirmek için katlanılan sancı, denizlerin altındaki volkanik hareketler kadar şiddetlidir ama yüzeyde sükûnetle karşılanır.
Fiziksel üstünlük, belki çıplak gözle bakıldığında erkeğin lehine gibi görünebilir. Ancak bu bakış açısı, rüzgârın ağaçları devirmesini güç zannetmek gibidir. Oysa kadın, kökler gibidir; görünmez ama yere sımsıkı sarılır. Erkek bir dalı kırabilir; ancak kökler sağlam olduğu sürece ağaç, tekrar filizlenir.
Duygusal anlamda kadın ve erkek, aynı dilin iki lehçesidir. Kadın, kalbinin derinliklerinde yankılanan melodilerle konuşur. Gözyaşları, bazen bir nehrin taşması gibi kontrol edilemez, bazen de bir damla çiy gibi sessizdir. Erkek ise duygularını saklar, tıpkı dağların içindeki magmanın yüzeye çıkmak için bir çatlak araması gibi. Ancak bu çatlak bulunduğunda, patlamanın şiddeti daha büyüktür.
Kadının duygusal zekâsı, bir örümceğin ağ örmesi kadar inceliklidir. Kırılgan görünse de, avını tutacak kadar güçlüdür. Erkek ise duygularını bastırma eğilimindedir. Bu bastırılmışlık, onun içindeki volkanları diri tutar. Peki, üstünlük bu volkanın patlamasında mı, yoksa örümceğin sabırla ördüğü ağda mı saklıdır?
Kadın, geceleyin gökyüzünde parlayan ay gibidir. Işığı, güneşten gelir; fakat ay ışığı, güneşten daha huzur vericidir. Erkek ise güneştir; yakıcı, kor gibi ama hayat vericidir. Ayın ışığı olmasaydı, geceler tamamen karanlığa mahkûm olurdu. Ancak güneş olmasaydı, ay hiç parlayamazdı.
Bir başka metaforla, kadın ve erkek bir elmanın iki yarısı gibidir. Birbirinden ayrıldıklarında eksik kalırlar. Biri tatlıysa diğeri ekşi, biri sertse diğeri yumuşaktır. Bu zıtlıklar, ikisinin de kendi içinde eşsiz olduğu anlamına gelir. Üstünlük, birinin diğerini tamamlamasında saklıdır; çünkü tamamlanmayan bir şey, tam anlamıyla üstün olamaz.
Kadın ve erkek arasındaki üstünlük tartışması, tıpkı bir ressamın paletindeki renkler arasındaki tartışma gibidir. Her biri kendi başına güzeldir; ama birlikte bir tablo oluşturduklarında gerçek anlamlarını bulurlar. Kadının duygu derinliği ve erkeğin güç kudreti, iki farklı dalganın denizde buluşması gibidir. Üstünlük, bu dalgaların uyum içinde hareket edebilmesindedir.
Doğa bize şunu öğretir: Hiçbir dağ, bir nehir olmadan varlığını sürdüremez; hiçbir nehir de dağlardan doğmadan akamaz. O halde üstünlüğü aramak, birinin diğerine üstün gelmesi için değil, bu iki varlığın birbirini nasıl tamamladığını anlamak içindir. Kadın ve erkek, bir vadiye hayat veren iki farklı kaynak; bir yaşam senfonisinin iki farklı notasıdır. Ve bu senfoni, ancak birlikte çalındığında mükemmeldir.