Türkü Ana: Zehra Bilir

1937 yılında yine bir aile toplantısında onun sesini duyan Dersimli Bedri Bey, “Bu sesi değerlendirmek gerekir” diyerek keşfetmiş oldu. İstanbul’a döndüklerinde elinde yüzlerce türkü vardı.

MEHMET YILDIZ MOERS

Arapgir’in dar sokaklarında, ustaların çekiç seslerine dokuma tezgâhlarının ritmik sesleri karışıyordu. Evlerin salon bölümlerinde kurulan tezgâhlarda, atkı iplerini ileri geri taşıyan mekik sesleri yükselirken, Arapgirli kadınlar bir yandan da bebeklerinin beşiklerini sallıyordu. Kundaktaki çocuklarının beşiğine bağladıkları ipin ucunu dokuma tezgâhına iliştiren anneler, göz nurlarını döktükleri “alalı” ya da “çizgili” Manusa kumaşlarını dokumaya devam ederdi.

Bu kadınlar, ipek, pamuk ve yünle dokuduğu kumaşlara sevgi, türkü, kimi zaman ninni ve ağıt katarak çalışırlardı. Gelecekteki kaderlerine bakır ustalarının çekiçleri ve jakarlı dokuma tezgâhlarındaki mekik sesleri vuruluyordu sanki. Arapgirli Ermeniler kaderlerinin müziğini emekleriyle seslendiriyordu.

İlçeyi Arapgir yapan, adını uzak yerlerde duyuran bu güzel kumaşlardı. Arapgir, Ermeni nüfusun en fazla yaşadığı merkezlerden biriydi. Köylerde yaşayanlarla birlikte yaklaşık 9500 Ermeni burada hayatını sürdürüyordu.

Küçük Eliza’nın Doğuşu

Kirkor Bey ve Agavni Hanım, kışın bitmesine yakın, yoğun karın Arapgir’in sokaklarından henüz kalkmadığı 26 Mart 1913 yılının Mart ayının 26’sında bir kız çocuğu sahibi oldular. Bu mahyüzlü güzel kızın ağlaması bile melodiliydi. Küçük kızın adı Eliza’ydı.

Arapgir’in Mamuret-ül Aziz’e, yani Elazığ’a bağlı olduğu yıllardı bunlar. Kirkor Bey, sonuçları Osmanlı İmparatorluğu’nu fiilen sona erdirecek olan I. Dünya Savaşı’nın başlamasına günler kala silâh altına alındı. Hangi cephede savaştığı hiçbir zaman öğrenilemedi. Yersiz yurtsuz İttihat ve Terakki emelleri sonucu kırılan vatandaşlarımızdan bir asker olarak, bir daha yuvasına geri dönemedi.

Kocasının geri dönememesi üzerine Agavni Hanım, üçü kız biri erkek olmak üzere dört çocukla kaldı. Arapgirli Müslüman bir Türk’ten gelen teklifi kabul ederek evlendi. Ancak bu evlilik uzun sürmedi; adam erken yaşta öldü.

Eğitim Yılları ve İlk Adımlar

Okul çağına gelen Eliza ilkokula Arapgir’de başlayıp Elazığ’da bitirdi. Burada başladığı ortaokulu ise Kayseri’de tamamladı. Okuldaki öğretmenleri onu çok seviyordu. Çok çalışkan bir öğrenciydi ve sınıfları hızla geçiyordu.

Sesinin güzelliğini başta öğretmeni olmak üzere arkadaşları ve ailesi biliyordu. Ondan türküler söylemesi sık sık isteniyordu. Ezberinin çok iyi olması sayesinde radyoda ya da bir düğünde duyduğunu çabuk aklına yazıp, melodisini kaybetmeden söylüyordu. Yıllar sonra sorulduğunda, “Bizim oralarda çocuklar konuşmaya türkü söyleyerek başlarlar” diyecekti.

Kayseri’de de aile rahat edememişti. Geçinebilmeleri için çocukların çalışması gerekiyordu. Diğer yandan Anadolu’nun tüm küçük şehirlerinde olduğu gibi, azınlık sayılan başta Ermeni ve Rum yurttaşlara farklı bakılıyordu. Eliza ortaokulu bitirince aile, daha rahat ve kendilerini “özgür” hissedecekleri İstanbul’a taşındı.

İstanbul Yılları ve Sanat Tutkusu

Tarihler 1927’yi gösteriyordu. Divanyolu’ndaki biçki-dikiş kursuna giderek dikiş öğrenen, katıldığı daktilo kursunu da başarıyla bitiren Eliza, kısa zamanda iş buldu.

Uzun süre şapka dikti ve bu işte de çok başarılıydı.

Ancak onun yüreğinde sönmeyen bir “sanat aşkı” vardı. 1927-1933 arası bir avukatlık bürosunda çalıştı. Gülmeyi seven, gülünce yüzünde binbir şekil çiçekler açan Eliza 20 yaşına geldiğinde çok alımlı bir kız olmuştu.

Çalıştığı yer dönemin gazetelerinin bulunduğu bir yer olduğu için, sanatla ilgili haberleri de duyuyor, okuyordu. Başında Muhsin Ertuğrul’un bulunduğu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun ilanı üzerine başvuruda bulundu. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda tiyatro dışında operetler de sahnelenmeye başlanmıştı. Muhsin Ertuğrul’un kadroya katmak için aldığı birkaç kişiden biri de Eliza’ydı.

Bedia Muvahhitlerle, Vasfi Rızalarla, Muammer Karacalarla, Feriha Tevfiklerle, Hazım Körmükçülerle oynanan ‘Lüküs Hayat’, ‘Üç Saat’ ve ‘Deli Dolu’ operetleri büyük ilgi görüyordu. Eliza da bu operetlerde hep dans etti.

Zehra Bilir’in Doğuşu

1935 yılında tanıştığı Mühendis Selahattin Bilir ile evlendi. Tiyatrodan ayrıldı ve Müslümanlığı seçti. Zehra-Sibel ismini aldı.

Selahattin Bilir Bey, Anadolu’yu demir ağlarla örmeye çalışan inşaat şirketinde taşeronluk yaptığı için Anadolu’yu geziyordu. Karısı Zehra’yı da beraberinde götürüyordu. Bu zorunlu geziler en fazla Zehra’ya yaramış, içindeki sönmeyen sanat aşkı alev almıştı. Gittiği her kasabada, her köyde duyduğu türküleri seslendiriyor, notlar alıyordu. Aile oturmalarında, toplantılarda türküler söylüyordu.

1937 yılında yine bir aile toplantısında onun sesini duyan Dersimli Bedri Bey, “Bu sesi değerlendirmek gerekir” diyerek keşfetmiş oldu. İstanbul’a döndüklerinde elinde yüzlerce türkü vardı.

Profesyonel Müzik Hayatına Adım

Zehra’nın gönlünde Türk Sanat Müziği söylemek vardı. Bunun için dersler almaya karar verdi. Artaki Candan Bey bir yandan hocalık yaparken, diğer yandan dönemin en ünlü plak şirketinin müdürlerinden biriydi. Zehra’ya bir şarkı okumasını istediğinde, Zehra’nın sesini güzel bulmasına rağmen okuyuşunu beğenmeyince Zehra çok üzüldü. Aynı anda orada bulunan kocası Selahattin Bey’in önerisiyle bir de türkü okuması teklifinin sonucu Zehra için yeni bir başlangıç olmuş, Artaki Candan Bey türkü okuyuşunu çok beğenmişti.

Bir yandan dersler devam ederken Zehra 26 yaşına gelmiş, gelen teklifle “Öyledir Yar Öyledir” adlı türküyü plağa okumuştu. Ancak bu ilk deneme pek başarılı geçmemişti. Yine Artaki Candan Bey ile çalışmaya devam edip, nota ve solfej öğrendi.

O dönem İstanbul sahnelerinde o kadar çok Türk Sanat Müziği söyleyen kadın solist vardı ki, Zehra’nın aralarından sivrilmesi çok zor görünüyordu. Ancak Türk Halk Türkülerini sahnelerde okuyan henüz yoktu. Zehra için bir hedef kalmıştı: sahneye çıkmak.

Büyük Çıkış

1941 yılında Zehra, aldığı derslerin boşa gitmediğini gösterdiği ikinci plağına “Al Almayı Daldan Al” adlı türküyü okumuş ve çok beğenilmişti. 1943’te eşinden ayrıldı.

II. İnönü Zaferi’nin 22. yıl dönümünde Eminönü Halkevi’nde, Üstad Kemal Sadi Işılay’ın Taksim Belediye Gazinosu’ndaki gecesinde ve daha sonra Darülbedayi Şehir Tiyatrosu’nda düzenlenen Üstad Lemi Atlı’nın jübilesindeki gösterilere katılarak emsali görülmemiş alkışlara boğulan Zehra, artık sahneye çıkmaya hazır olduğuna kanaati tamdı.

Aynı sahnede onu dinleyenler arasında İstanbul Radyosu Müdürü Kemal Altınkaya da vardı. Sahnedeki bu kadının sesini ve türkü söyleme şeklini çok beğenmişti. Onu o dönem Büyük Postane’nin üst katında bulunan İstanbul Radyosu’na alarak ilk provalara başladı. Provalar çok başarılı geçmişti.

Tarihi Gece: 2 Haziran 1944

Profesyonel anlamda çıktığı ilk sahne Küçük Çiftlik Parkı’nda klasik sazlar eşliğinde gerçekleşti. Tarihler 2 Haziran 1944’ü gösteriyordu. Türk sahnelerinde artık “türkü” okuyan bir assolist vardı. O, okuduğu türkünün yöresinin ağzıyla söylüyordu. Bu ilk defa oluyordu.

Gazetelere göre o gece kadroda kimler yoktu ki… Bestekâr Selahaddin Pınar, keman üstadı Necati Tokyay, kemençeci Aleko Bacanos, piyanist Valantin Taskin ve daha nicesi… Gecenin assolisti ise ses kraliçesi namıyla maruf Hamiyet Yüceses’ti.

Gecenin sonuna doğru sahneye çıkan kadın sanatçının hali çok ilginçti. Uzun boylu, endamlı ve yüzü daima gülen bir kadın sanatçı, sahneye bol kesimli Anadolu işi bir şalvarla çıktı. Elinde de parmakları arasına sıkıştırılmış kırmızı renkli bir mendil vardı. Müziğin ritmine göre folklorik bir edayla sağa sola sallıyor… Türk sanat müziği sazları eşliğinde gür ve şiveli okuyuşuyla bir Gaziantep türküsü tutturmuştu:

“Kime kin ettin de giydin alları, Yakın iken ırak ettin yolları…”

Seyirciler ilk kez dinledikleri bu sese ve yoruma önce şaşkınlıkla yaklaşıyor ama ikinci, üçüncü türküde artık kabul ediyor, hakkını veriyorlardı. Sahnelerde türkü ilk kez söyleniyordu.

Türkü Ana’nın Doğuşu

Bu özelliği ile Halk Türkülerimizi toplu olarak sahnelere getirip dinleyicilere sunan ilk Halk Türküleri sanatçısı oluyordu. Ünü çabucak tüm ülkeye yayıldı. Bir kadının halk türkülerini yöre ağzını bozmadan sahnelerde seslendirmesi, plaklara okumasıyla artık tüm ülkede tanınan bir assolist olmuştu.

Cihat Baban ona “Türkülerimizin Anası”, Hikmet Feridun Es ise “Türkü Ana” adını veriyordu. Sahnelere bir coşku gelmişti. Giydiği şalvarlar, sırmalı terlikler, onunla özdeşleşmiş olan ipek mendil mizansen olarak kullandıkları, onunla anılır olmuştu. Bir yandan sahnede türküsünü okurken, onu dinlemeye gelenleri türküye ortak ediyor, onlara alkış tutmayı öğretiyordu. Bu sanatçı ve dinleyici arasındaki bağları güçlendiriyordu.

Son Dönem ve Mirası

1951 yılında ikinci evliliğini Paris’te eğitimi almış madenci Necmi Ergener ile yaparak sahnelerden çekildi. Sanat hayatı boyunca 43 plak doldurdu. “Sahibinin Sesi Plak Şirketi” ile 1939’dan 1955 yılına kadar 31 adet 78 devirli plak doldurmuştu.

Zehra Ana’nın Halk Müziği repertuvarına kazandırmış olduğu türkülerin bazıları şöyleydi: Helvacı Helva, Sen Bu Yaylayı Yaylayamazsın, Habudiyar, Kalenin Bayır Düzü, Al Almayı Daldan Al, Karanfil Ocak Ocak, Delilo, Konyalım, Diyarbakır Şad Akar, Yekte Anam Yekte, İki Gemi Yan Yana, Kaçma Güzel Kaçma Ben Adam Yemem, Tiridine Tiridine Bandım, Baba Ben Dervişmiyem, Makaram Sarı Bağlar, Asmalar Kol Uzatmış Dallara…

1990’lı yılların başında kısa süreli de olsa İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda Halk Türküleri bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Sanatçı kimliğinin yanı sıra, çok iyi yemek yapan, çok iyi dikiş, özellikle kendi kostümlerini mendillerini diken, titiz bir Cumhuriyet kadınıydı.

Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından, Bakan Hilmi İşgüzar’ın “Halk türkülerinde çığır açan ve devrinin unutulmaz bir sanatçısı” olarak şükran plaketi ve takdir belgesi armağan edildi.

20 Mart 1983’te dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Halk Sanatçılarına verdiği yemekte, sağ yanındaki ilk koltuğa Zehra Bilir’i oturtmuş, “Ben sizi Tepebaşı Gazinosu’ndan tanırım. Türkülerimizi bizlere siz sevdirdiniz” diyerek Türkü Ana’yı onurlandırmıştı. 

Malatyalıların övünerek “Zehra Ana” diye andığı bu değerli sanatçı, doğduğu ilçe Arapgir’de doğduğu evin sokağına ismi verilerek yaşatılmaktadır. Defalarca değişik kanseri atlatan Türkü Ana, 28 Haziran 2007 yılında 94 yaşında aramızdan ayrıldı.

Hatırası önünde saygıyla…

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.