HABER MERKEZİ
Gazze dendiğinde zihnimizde beliren ilk görüntüler; moloz yığınları, griye boyanmış bir gökyüzü, ağlayan yüzler ve bitmek bilmeyen bir savaş döngüsü olur. Modern dünyanın bu küçücük, asfaltla kaplı parçası, bir insani krizin ve jeopolitik düğümün sarsıcı sembolüne dönüştü. Oysa bugünkü acı ve umutsuzluk tablosu, binlerce yıllık inanılmaz zengin ve karmaşık bir tarihin üzerini örten ince bir toz tabakasından ibaret. İşte bu tozu üfleyip altındaki katmanlara inerek –Gazze’yi bugünkü haline getiren tarihsel kırılmalara yakından bakarak– bugünü daha derinden kavrayabiliriz.

DÜNYANIN ESKİ ÇAĞLARINDAKI STRATEJİK KAVŞAK
Gazze’nin kaderi, şüphesiz coğrafyası tarafından belirlendi. Mısır’ı Mezopotamya’ya bağlayan, tarihin en kadim ticaret yollarından biri olan “Via Maris” (Deniz Yolu) üzerindeki konumu, onu çağlar boyunca ordular, tüccarlar ve yükselen medeniyetler için vazgeçilmez kıldı.
Mayıs 2019’un başlarında, ünlü [Democracy Now!] radyo programında Suriye için söylenenler, Gazze için de yankılanır adeta: “Burası zengindi, kültürler arasında el değiştirdi ve istilalar ile yıkımlar tarafından çiğnendi.”
Gazze aslında kadim bir yerleşim yeri değildi. Tarih sahnesine M.Ö. 15. yüzyılda, Firavunlar tarafından bir ticaret yolu üzerinde stratejik bir nokta olarak kurulduğunda çıktı. Ardından, geleneksel olarak Ege kökenli olduklarına inanılan Filistinliler (Peleset), Filistin coğrafyasına hükmeden beş büyük şehirden (Pentapolis) biri olarak Gazze’yi yükseltti. Eski Ahit’te ise Gazze, Samson’un ihanete uğrayıp tutuklandığı ve şehrin görkemli duvarlarını yıktığı yer olarak geçer.
İzleyen yüzyıllarda şehir, dönemin süper güçleri olan Asurlular, Babiller ve Persler arasında adeta bir pinpon topu gibi el değiştirdi. Her yeni medeniyet, Gazze’de kendi izlerini bıraktı. Büyük İskender’in M.Ö. 332’deki Gazze kuşatması, bu sürecin en dramatik örneklerinden biriydi. Gazze’nin güçlü savunması ve stratejik konumu nedeniyle kuşatma aylarca sürdü ve İskender’in en zorlu askeri operasyonlarından biri haline geldi. Şehrin direnişi o kadar şiddetliydi ki, İskender bu kuşatma sırasında yaralandı. Sonunda düşen Gazze, Helenistik dünyanın bir parçası oldu. Roma İmparatorluğu döneminde canlı bir ticaret limanı olan Gazze, Bizans döneminde Hristiyanlığın önemli bir merkezi haline geldi. Kısacası, İslam öncesi Gazze; çok kültürlü, kozmopolit, stratejik bir güç merkeziydi; günümüzdeki “şerit” tanımlamasının aksine, bölgesel bir iktidar kutbuydu.
İSLAM, HAÇLILAR VE HUZURLU BİR OSMANLI DÖNEMİ
Gazze’nin tarihinde yepyeni bir bölüm, 7. yüzyılda İslami savaşçıların bölgenin kontrolünü ele geçirmesiyle açıldı. Şehir, Müslüman yöneticilerin gelişiyle şaşırtıcı bir şekilde şiddet olmadan el değiştirdi. İslam dünyasında, Hz. Muhammed’in büyük dedesi Haşim bin Abd Menaf’ın ölüm ve gömülme yeri olması sebebiyle sembolik bir öneme sahipti ve bu yüzden “Gazzetü Haşim” (Haşim’in Gazze’si) olarak anıldı.
Haçlı Seferleri döneminde, Gazze belli bir süre Haçlı Şövalyeleri’nin elinde kaldı (ancak Yafa Kontları’nın doğrudan kontrolü altında asla olmadı). Tapınak Şövalyeleri tarafından burada güçlü bir kale inşa edildi ancak Selahaddin Eyyubi’nin başarılarıyla bölge yeniden Müslümanların eline geçti. Memlükler döneminde ise Gazze, önemli bir posta durağı ve verimli bir tarım merkezi olarak varlığını sürdürdü.
1517’de Yavuz Sultan Selim’in fethiyle başlayan 400 yıllık Osmanlı dönemi, Gazze için belki de en huzurlu ve sakin zamanlardı. Kudüs Sancağı’nın bir kaza merkezi olan Gazze, tüm bölge için bir pazar yeri, ticaret kervanları için önemli bir durak ve gelişen bir tarım-ticaret merkezi haline geldi. Narenciye, zeytin ve dokuma, başlıca geçim kaynaklarıydı. Çeşitli dini toplulukları barındıran zengin bir Osmanlı şehir manzarası sunuyordu. Bugünkü “Gazze Şeridi” adıyla bildiğimiz küçük ve parçalanmış bir toprak parçası değil, yaşamın komşu topraklara özgürce akıp gittiği, canlı bir uzuvdu. Ancak bu dört yüzyıllık sükunet, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin müdahalesiyle bozuldu.
İNGİLİZ MANDASI, NAKBA VE ŞERİDİN DOĞUŞU
Gazze’nin modern trajedisi, 20. yüzyılın başlarında köklenir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından, İngilizler 1917’de Filistin’in kontrolünü ele geçirdi. İngiltere aynı yıl, Filistin’de bir “Yahudi ulusal yurdu” kurulmasını vaat eden Balfour Deklarasyonu’nu yayınladı ve aynı zamanda buradaki Arap nüfusunun haklarının korunacağını ilan etti. Bu çelişkili vaat, Siyonistlerin bölgeye göçünü ve Yahudi yerleşimini hızlandırırken, Filistinli Araplardan güçlü bir tepki ve milliyetçi bir muhalefet uyandırdı.
Bu yüksek gerilimli durumda nihai kopma 1948’de geldi. Arapların BM’nin bölüşüm planını reddetmesi, ardından İsrail devletinin kurulması ve İngiliz manda yönetiminin sona ermesi, ilk Arap-İsrail Savaşı’nı tetikledi. Savaş sonunda İsrail, BM planıyla kendisine tahsis edilenden çok daha fazla toprak elde etti.
İşte bu, “Gazze Şeridi”nin doğuş anıydı – siyasi ve coğrafi bir anomali. 1949’daki savaş sonrası belirlenen Ateşkes Hattı, Mısır ordusunun kontrolü altındaki, Sina Çölü’ne sıkışmış dar bir şeridi sınır olarak belirledi. Savaş sırasında, Yafa, Aşkelon ve Beerşeba gibi şehir ve köylerden kaçarak veya sürgün edilerek gelen yüz binlerce Filistinli mülteci, bu sınırlı alana sığındı. Bir gecede Gazze’nin nüfusu üçe katlandı. Birçok çiftçinin sahip olduğu verimli tarlalar kaybedildi; Gazze artık bir tarihi şehir değil, devasa bir mülteci kampıydı.
1949’dan 1967’ye kadar Şerit, Mısır idaresi altındaydı; çoğu zaman suçlular (Aziz Dvayk gibi), muhalifler veya sınır dışı edilen vatandaşların yaşayabileceği bir “sürgün yeri” olarak tasarlandı.
İŞGAL, İNTİFADALAR VE HAMAS’IN YÜKSELİŞİ
1967 Altı Gün Savaşı, Gazze ve tüm bölge için başka bir büyük dönüm noktası oldu. İsrail, Mısır’dan Gazze Şeridi’ni ve Ürdün’den Batı Şeria’yı ele geçirdi. Bu, Gazze’yi tamamen İsrail askeri işgali altına soktu. İşgal yılları, İsrail kolonilerinin inşası (Gush Katif), uzun süren sokağa çıkma yasakları, ekonomik kısıtlamalar ve kalıcı askeri varlık ile damgasını vurdu.
Bu baskıcı ortam, Filistin direnişini şekillendirdi. Birinci İntifada (Ayaklanma), Gazze’deki Cebaliye Mülteci Kampı’nda bir İsrail askeri aracının Filistinli işçilere çarpmasıyla tetiklenen bir yol kazasından sonra, 1987’de başladı ve taşlar ile sapanlarla verilen popüler bir isyan olarak yayıldı. Gazze, bir kez daha dünya gündemine oturdu. Bu İntifada’nın ateşi içerisinde yeni bir güç ortaya çıktı – Hamas (İslami Direniş Hareketi), Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu. Hamas, seküler ve milliyetçi FKÖ’ye karşı İslami bir alternatif sundu ve İsrail ile uzlaşmayı reddetti. 1993’te Oslo Anlaşmaları imzalandığında kısa süreli bir umut ışığı belirdi. Anlaşmalar çerçevesinde Filistin Otoritesi kuruldu ve Gazze’nin bazı kesimlerinde bir derece özerklik elde edildi. Ancak barış süreci tıkandı, yerleşimler genişledi ve 2000 yılında İkinci İntifada patlak verdi. Yeni ayaklanma, ilki kadar kanlı ve daha militarize bir yapıdaydı.
AYRILIK, ABLUKA VE BUGÜNKÜ TRAJEDİ
2005, Gazze için bir diğer tarihi dönüm noktasıydı. O dönemde İsrail Başbakanı Ariel Şaron, kapsamlı bir “Tek Taraflı Çekilme Planı”nı uygulamaya koydu. Kuzey Gazze dahil çeşitli bölgelerden İsraillilerin ve Yahudi yerleşimcilerin çekilmesi, kimileri için umut dolu bir adımdı. İsrail bunu “barış hareketi” olarak nitelese de, birçok analist bunu Gazze’nin demografik yükünden ve güvenlik taahhütlerinden kurtulmak için stratejik bir hamle olarak değerlendirdi. Zira İsrail, Gazze’nin sınırlarını, hava sahasını ve denizini hâlâ kontrol ediyordu.
Ancak bu kopmanın bir sonucu olarak, siyasi bir deprem yaşandı. 2006 Filistin seçimlerinde Hamas’ın zaferi, küresel çapta bir şok etkisi yarattı. Bu durum, Hamas ve FKÖ içindeki en büyük partiyi temsil eden El Fetih arasında acımasız bir güç mücadelesini tetikledi. 2007’deki kanlı çatışmaların sonunda, Gazze Şeridi tamamen Hamas’ın kontrolü altına girdi.
Bu gelişme, günümüz Gazze’sinin trajik kaderinde son adımı hızlandırdı: ablukayı. Hemen ardından İsrail ve Mısır, Gazze Şeridi üzerinde kara, hava ve deniz sınırları aracılığıyla kapsamlı bir abluka başlattı. (İsrail, ablukayı Hamas’ı zayıflatmak ve silah ithalatını engellemek amacıyla başlattığını belirtti.) Ancak Gazze halkı bunun ağır bedelini ödedi. Ekonomi çöktü, işsizlik ve yoksulluk tavan yaptı, kamu sağlığı ve altyapı sistemi çöktü. Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri, Gazze’yi “açık hava hapishanesi” olarak tanımladı.
O zamandan beri Gazze, her bir dalga daha da yıkıcı hale gelen, Sisyphus’u andıran bir savaş döngüsüne mahkûm edildi (2008-09, 2012, 2014, 2021, 2023-günümüz). Binlerce insanın öldüğü, altyapının yerle bir edildiği, nesillere yayılan derin bir travma olan bir çatışma…
ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN ANATOMİSİ
Derin tarihi katmanlara sahip, bugünkü Gazze trajedisi, tek bir sebebe bağlı bir yıkım değil. Aksine, kadim çağların jeopolitik savaşlarından ziyade, doğrudan bugünkü eylemlerden beslenmektedir:
1. 1948 Nakba ve Mülteci Sorunu: Gazze’nin DNA’sını, yukarıda da açıklandığı üzere, kuşaklar boyunca mülteci olarak sınıflandırılan bir nüfusun dörtte üçü oluşturmaktadır. Bu demografik yapı, sorunun temelini teşkil eder.
2. 1967 İşgali ve Başarısız Barış Süreci: 50 yıldan fazla süren işgal altında olmak ve pratikte bir iki devletli çözümün imkânsız hale geldiği gerçekliği, umutsuzluğu ve aşırılığı körüklemiştir.
3. İç Filistin Siyasi Bölünmesi: Hamas ve El Fetih arasındaki gerilim, Filistinlilerin birleşik, güçlü bir duruş sergilemesini engellemektedir.
4. 2007 Sonrası Abluka: Güvenlik gerekçesiyle dayatılan abluka, 2 milyondan fazla insanı etkileyen bir kısır döngü, toplu ceza sonucunda korkunç bir insani krize ve ekonomik çöküşe yol açmıştır.
Bir zamanlar gelişen bir medeniyet köprüsü olan, şimdi ise aşırı kalabalık Gazze Şeridi, tarihsel, coğrafi ve psikolojik olarak kuşatılmış bir halkın evidir. Sürekli bir hayatta kalma mücadelesi vermektedirler. Bu durum bize, bugünün şiddet döngüsünün birdenbire ortaya çıkmadığını, aksine çözümsüzlükler, yanlış politikalar ve göz ardı edilen acılar nedeniyle biriktiğini gösteriyor. Gerçek bir çözüm ancak bu tarihi yaraları kabul edip, bunların üstesinden gelmek için kararlılıkla çalıştığımızda gelecektir. Eğer öyle yapılmazsa, Gazze’nin hikâyesi, medeniyetin beşiğinin insan vicdanının mezarı haline geldiği bir hikâye olarak kalacaktır.