Hürrem Erman FRANKFURT
Bazen düşünüyorum da, ideolojiler nasıl da acımasızdır gençliğe. Yirmi dört yaşındaki İbrahim’in ellerinde mandolin yerine silah, yirmi altı yaşındaki Ayten’in saçlarında çiçek yerine kara toprak… Onlar ki henüz baharın ilk nefeslerini almışlardı, henüz sevmeyi, sevilmeyi, hayallerini büyütmeyi öğreniyorlardı. Ama bir çağın kasırgası aldı götürdü onları, tıpkı fırtınada kırılan genç fidanlar gibi. İbrahim daha çocukken türkü yakardı, belki şair olacaktı, belki öğretmen… Ayten sessiz bir kızdı, belki evlenecek, çocukları olacaktı… Ama tarih başka türlü yazdı onların son satırlarını. Ve biz şimdi, yarım kalan türkülerini, solmadan koparılan çiçeklerini ellerimizde tutuyoruz.
İdeolojiler büyük kelimelerdir – vatan, halk, adalet, özgürlük… Bu kelimelerin ağırlığı altında ezildiler nice gençler. Ayten’in adı gelincik demekti Zazaca’da; kırmızı, güzel ama kırılgan bir çiçek. İbrahim ise Hasanoğlan’ın yıldızıydı, geleceğin ışığı… Oysa ikisi de henüz çiçek açma yaşındaydı. Henüz aşkı, dostluğu, mutluluğu tadacaklardı. Ama çağın çelik sesi çaldı kapılarını: “Gel, sen de gel bu büyük kavga için!” dedi. Ve gittiler, tereddütsüz gittiler. Bilmiyorlardı ki ideolojiler öksüz bırakır anneleri, susturur türküleri, karartır gelecekleri. Bilmiyorlardı ki her ülkü için dökülen genç kan, aslında o ülküyü de berbat eder, çiçekleri de soldurur. Şimdi mezar taşlarının üstünde isimlerini okuyoruz ve düşünüyoruz: acaba bu topraklar hangi çiçekleri açtıracaktı onlar yaşasalardı?
Gelin bu iki fidanın öyküsüne ideolojinin idraklerimize giydirdiği deli gömleklerimizi çıkararak bakmaya çalışalım.

Hasanoğlan’ın Mandolin Çalan Çocuğu
1949 yazının sıcak günlerinde, Çorum’un yoksul topraklarında bir çocuk doğar. Babasının tek çift öküzü, birkaç ineği vardır. Çocuk, büyürken hayvanları otlatır, sıcaktan bunalan malları serinlik arasın diye koşturur. Ama elleri boş durmaz hiç; mandolin çalar, türkü yakar. Yaz sıcağında hayvanları ısıran sineklerden kaçarken bile şarkılar söyler:
“Aşağıdan geldi buneleğin sürüsü,
Bizim mala kondu onun yarısı,
Alinağa yakaladı birisi,
Aldı götürüyor bakın anneler.”
İbrahim Kaypakkaya’nın babası Ali, oğlunu anlatırken gözleri güler. Bu türküyü hatırladıkça o yoksul adamın yüzünde bir ışık yanar. Oğlu daha çocukken bile farklıdır; okumaya, öğrenmeye, sorgulamaya meraklıdır.
Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda “yeşili sevmiyorum” başlıklı bir kompozisyon yazar. Öğretmeni kızar: “Peki kızılı mı seviyorsun?” der. Çocuk henüz bilmez, ama içinde büyüyen bir ateş vardır. Bu ateş, onu İstanbul Çapa’da, devrimci gençlerle buluşturacaktır.

Dersim’den Gelen Kız
1960 yılında, Dersim’in Akpınar köyünde başka bir çocuk dünyaya gelir. Babası Hıdır Öztürk, 1935 doğumlu, yedi çocuk sahibi bir bürokrat. Küçük kızının adını Ayten koyar – Zazaca’da gelincik demektir bu. Kırmızı, güzel, ama solar gelincik çiçeği gibi…
Ayten büyürken ablası Aysel’in hikayesi evde bir gölge gibi dolaşır. Aysel, öğretmen okulunu bitirmiş, ama haklarını almamıştır. Sonra örgüte katılmış, Diyarbakır zindanında 60 gün işkence görmüş, sırrını vermemiştir. Ölüm orucuna yatmış, 49 gün dayanmış. Tahliye olduktan sonra tekrar gözaltına alınınca dağa çıkmıştır.
Ayten ise farklıdır. Siyasetle ilgilenmez, örgütle alakası yoktur. “Mazlum, kendi işine giden, gelene anasına babasına bel bağlayan bir kişi”dir babasının deyişiyle. Özel İdare’nin un fabrikasında sekreter olarak çalışır. Hayatı sessiz, sade, mütevazıdır.
İki Alev, Aynı Rüzgar
1968 rüzgarları İstanbul’da da eser. İbrahim artık Çapa’da önder bir devrimcidir. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu kurar, başkanlığa seçilir. Amerikan 6. Filosu’na karşı bildiriler yazar. Okuldan atılır, ama mücadeleyi bırakmaz.
Fabrikalarda işçilerle, köylerde yoksullarla, her yerde halkın içindedir. 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin ön saflarında savaşır. Demir-döküm, Sungurlar, Ege Sanayi işçileri onu kendilerinden biri olarak görür.
Ayten ise Tunceli’de sessizce yaşamını sürdürür. Ama 1992 Mayıs’ında her şey değişir. Jandarma Alay Komutanı babası Hıdır’ı çağırır. “Kızlarından biri dağa çıkmış, diğerleri de çıkacakmış” der. Hıdır büyük iyi niyetiyle kızlarını götürür alay komutanlığına.
Kapı açılırken, zayıf sakallı bir adam masanın başında oturur. Ahmet Bey der kendine. Aslında Mahmut Yıldırım’dır, kod adı “Yeşil”. Kızların telefonlarını, adreslerini, çalıştıkları yerleri sorar. Ayten’in de bilgilerini alır.
Buzda Kırmızı Gül
İbrahim’in yolu onu Kürdistan’a götürür. TKP-ML’yi kurar, halk savaşının öncüsü olur. Tunceli’nin dağlarında, köylerinde halkla konuşur, onlara destansı üslupla dünya devrimlerini anlatır. Yorulmak bilmez, umudunu kaybetmez.
24 Ocak 1973 sabahı, Gökçek köyü Vartinik mezrasında uyanır. Nöbetçi arkadaşı uyuya kalmıştır. Jandarma kuşatmıştır kömeyi. Çatışma çıkar. Can yoldaşı Ali Haydar Yıldız şehit düşer, kendisi yaralı kurtulur.
Beş gün kar üstünde, yaralı, aç, çıplak ayaklarla dolaşır. Girdiği köylerden bazıları onu sıcak karşılar, bazıları kapısını kapatır. Sonunda öğretmen Cafer Atan ihbar eder. Yakalanır.
Ayten ise o günlerde fabrikada çalışmaktadır. 27 Temmuz 1992 akşamı, iş çıkışı fabrikadan ayrılırken beyaz bir Toros marka araç durur yanında. Dört adam iner. Birini tanır – Mahmut Yıldırım’dır. Zorla arabaya bindirirler.
Son Dans
İbrahim Diyarbakır zindanında üç buçuk ay işkence görür. Donmuş ayakları kesilir. Ama hiçbir örgütsel bilgi vermez. Savcı Yaşar Değerli defalarca Ankara’ya gidip gelir. Son kez 16 Mayıs 1973’te sorguya götürülür. 18 Mayıs’ta öldürülür. Resmi kayıtlara “intihar” yazılır.
Babası Ali, oğlunun cesedini almaya gittiğinde korkunç bir manzarayla karşılaşır. Ama Diyarbakırlı hamala 5 lira verirken adam ağlamaya başlar: “Ben almıyorum o 5 lirayı, helal olsun” der.
Ayten’in kaderi daha da acıdır. 8 Ağustos’ta Elazığ mezarlığında bir çoban, topraktan çıkmış bir el görür. Ayten’dir bu. Gözleri oyulmuş, burnu kulakları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüştür. Ailesi tanıyamaz onu. Ancak diş doktorunun taktığı dişten tanınır.
Hiç Bitmeyen Şarkı
İki genç, iki farklı yol, ama aynı son. İbrahim’in “ser verip sır vermeyen” direnişi, Ayten’in “suçsuz kurban” olarak katledilişi…
Baba Hıdır bugün 89 yaşında, hâlâ adalet arıyor. Elazığ mezarlığında kızının mezarını açtırır, bir eli dışarıda kalacak şekilde anıt mezar yaptırır. “Bu el her zaman adaletin yakasında olacak” der. İbrahim’in babası Ali, 2012 yılında öldüğünde oğlunun mezarı yanına gömülür. Vasiyeti budur. Çorum’un o yoksul topraklarında ikisi birlikte yatar şimdi.
Ayten’in annesi Dilif, “30 yıldır ağlıyorum, aklım başımda yok” der. Kızının günahını onlardan sormak istiyor hâlâ.
İbrahim’in o çocukluktaki türküsü bir başka anlam kazanır artık:
“Aldı götürüyor bakın anneler…”
Hangi anneler? Hangi çocuklar? Hangi acılar?
Ama İbrahim’in dediği gibi, “Bu çelik aldığı suyu unutmayacak.” İki gelincik soldu belki, ama attıkları tohum toprakta. Her bahar geldiğinde yeniden açacaklar, kırmızı, asi, güzel…
Onların hikayesi, bir ülkenin karanlık yıllarının hikayesi. Ama aynı zamanda umut hikayesi de. Çünkü öyle insanlar vardır ki, ölümleriyle bile yaşamı beslerler. İbrahim ve Ayten de onlardandır işte.
“Emek geceden öper şafakla kavuşur…”