Hürrem Erman
“Şiir onu yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır.” der Pablo Neruda. Büyük şairin bu sözleri, belki de şarkıların ve türkülerin niçin asırlar boyunca kulaklarımızda, dillerimizde ve kalplerimizde yaşamaya devam ettiğini en yalın biçimde açıklıyor. Bir ezginin notaları, bir söz yazarının kâğıda döktüğü andan itibaren, artık onun değildir. O şarkı, bir dağın eteklerinde ağıtını söyleyen annenin, şehrin kalabalık caddelerinde sevdiğini bekleyen aşığın, gurbetin acısını yüreğinde taşıyan garibin olur.
Her şarkının bir hikâyesi vardır. Bazıları, gerçekliğin yalın halinden fışkırır; bir ayrılığın, bir kavuşmanın, bir isyanın, bir yenilginin içinden doğar. Diğerleri ise, hayal gücünün verimli topraklarında filizlenir, kolektif bir belleğin sularıyla sulanır, efsane ya da mitleşir. Ancak her durumda da o şarkı artık yazanın değil, dinleyenin kendi hayatına nakşettiği bir motiftir.
Türkü söylenilirken bir köy odasında, şarkı mırıldanılırken bir gece kulübünde, birbirinden tamamen farklı dünyaların insanları, aynı hislere dokunurlar. Müziğin evrensel dili, bizi farklı hikâyelerin içine çeker; bazen kendi yaşantımızla örtüşen, bazen bize tamamıyla yabancı, ama her zaman insani olan öykülerin…
Bir şarkı, bestelendiği andan itibaren yolculuğuna çıkar. Her dudakta, her kulakta, her yürekte yeniden doğar, yeniden anlamlanır. Kimin yazdığı, kimin bestelediği zamanla silikleşirken, ona yüklediğimiz anlamlar, onunla birlikte yaşadığımız anılar kalıcılaşır. Şarkılar böylece sadece bir ses, bir melodi olmaktan çıkar; hatıraların taşıyıcısı, duyguların tercümanı haline gelir.
Okuyacağınız bu araştırmada, bazıları gerçek, bazıları efsaneleşmiş, öykülerini anlatacağız şarkıların. Ama asıl sorumuz şu olacak: Bir ezgi, bir melodi, bir türkü kimindir? Onu yazanın mı, besteleyenin mi, yoksa ona kalbini açan, onunla ağlayan, onunla gülümseyen, ona sığınan bizlerin mi? Belki de cevap, şarkıların kıvrımlarında, notaların arasında gizlidir. Dinlemesini, duymasını bilene…
Hazırsanız başlayalım.
Bir şarkı, ilk kez hangi dudaktan dökülürse dökülsün, tınısı bir kez hangi notaya değerse değsin, o artık sadece yazanına değil, onu dinleyene, hissedene, sahiplenene aittir. Birinin kalbinde doğan bir melodi, bir başkasının hüznüne, bir başkasının sevdasına, bir başkasının hasretine yoldaş olur. Bazı şarkılar gerçek bir hikâyeden doğar, bazıları ise bir hikâyeyi hak ettiği için üretilmiştir.
Bir türkünün gerçekten yaşanmış bir acıya mı yoksa dilden dile dolaşarak var edilmiş bir efsaneye mi dayandığı fark eder mi? “Fikrimin İnce Gülü’, gerçekten bir Osmanlı paşasının uğruna gözyaşı döktüğü bir aşk mıydı, yoksa zaman içinde şekillenip bambaşka anlamlar mı kazandı? “Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla yoğrulan” “Hey Gidi Karadeniz” , yalnızca bir denizci türküsü müydü, yoksa gurbete düşenlerin iç sızısını taşıyan bir ağıt mı?
Aslında her şarkının içinde bir hikâye saklıdır. Kimileri gerçekten yaşanmış ve gözyaşıyla notalara işlenmiştir, kimileri ise bir boşluğu doldurmak için uydurulmuş ama sonunda gerçeğe dönüşmüştür. Çünkü insanın inanmak istediği hikâye, bir noktadan sonra gerçeğin kendisidir. Şarkı ve türkülerin (Ve hatta bazı özel şiirlerin) ardındaki gerçek ya da kurgulanmış öykülerin izini süreceğimiz bu maceradaki ilk durağımız çok ünlü bir şarkı: Gamlı Hazan!
“Ben gamlı hazan, sense bahar” mısrasıyla başlayan ve Türk Sanat Müziği’nin en dokunaklı eserlerinden biri olan Gamlı Hazan şarkısı, yıllardır dinleyenlerde derin bir hüzün uyandırırken, aynı zamanda hakkında pek çok efsane ve öykünün dolaşmasına da vesile olmuş.
Melahat Pars’ın bestesi ve Sıtkı Angınbaş’ın güftesiyle hayat bulan bu şarkı, aşkın imkânsızlığını ve yaş farkının sebep olduğu duygusal uçurumu anlatan sözleriyle dikkat çeker. Ancak şarkının hikâyesi, halk arasında dilden dile dolaşan romantik ve trajik anlatılarla zenginleşmiştir.
Bir imkansız aşk mı?
Gamlı Hazan’ın en yaygın efsanelerinden biri, besteci Melahat Pars ile güfte yazarı Sıtkı Angınbaş arasında geçen duygusal bir ilişkiye dayanır ya da biz öyle zannederiz. Bu anlatıya göre, genç ve yetenekli bir müzik öğrencisi olan Melahat Pars, kendisinden hayli yaşlı olan hocası Sıtkı Angınbaş’tan musiki dersleri almaktadır. Dersler ilerledikçe, Melahat’in kalbi hocasına kayar; ancak bu aşk, yaş farkı ve toplumsal normlar nedeniyle imkânsızdır. Sıtkı Bey, öğrencisinin ilgisini fark eder ve ona nazikçe bir reddedişle karşılık verir. “Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç” sözleri, bu duyguyu yansıtır; yaşlı bir adamın, genç bir kadına “Bende vakit geç, sen kendine uygun birini bul” deme şekli olarak yorumlanır. Melahat Pars’ın bu sözleri besteleyerek duygularını ölümsüzleştirdiği söylenir. Ancak, bu hikâyenin bir şehir efsanesi olduğu yönünde görüşler ağırlıkta ve bu durum da galiba gerçeğin ta kendisi. Çünkü Melahat Pars’ın Sıtkı Angınbaş’tan ders aldığına dair somut bir delil bulunmamakla beraber, aralarındaki yaş farkı da şarkıda geçtiği gibi değildir.
Ancak şarkı bu, bir öyküye tutunamayınca hemen yerine yenisi gelebiliyor.
Gamlı Hazan şarkısıyla ilgili bir diğer popüler anlatı, Melahat Pars’ın konservatuvarda hocalık yaptığı dönemde bir öğrencisinin ona âşık olması üzerine şekilleniyor. Bu sanal alemde de çok tutulan efsaneye göre, Melahat Hanım, olgun yaşlarında zarif ve etkileyici bir öğretim görevlisidir. Genç bir erkek öğrencisi, hocasının güzelliğine ve yeteneğine kapılarak ona derin bir sevgi besler. Sık sık Melahat Pars’ın karşısına çıkmaya çalışır; merdivenlerde, koridorlarda ona rastlamayı alışkanlık haline getirir. Bir gün, duygularını daha fazla saklayamaz ve hocasının önünde durarak ona içten bir bakışla sevgisini ima eder. Melahat Pars, bu ilgiyi fark etse de aradaki yaş farkı ve öğretmen-öğrenci ilişkisinin sınırları nedeniyle bu aşka karşılık veremez. Bunun yerine, duygularını Gamlı Hazan’ın notalarına döker ve öğrencisine “Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç” diyerek veda eder. Bu romantik öykü, şarkının hüzünlü melodisiyle uyum sağlasa da tarihsel gerçekliği maalesef doğru değil, çünkü bu şarkının sözleri Pars’a ait değildir!
Bu son derece etkileyici olan şarkının hikayesi araştırmacıların da ilgisini çekmiş zamanla. Gamlı Hazan’ın romantik hikâyelerine karşı çıkan bir görüş, Adanalı mali müşavir Bayram Yurdacan’ın araştırmalarına dayanıyor. Yurdacan, internette dolaşan bu efsanelerin bilgi kirliliğinden ibaret olduğunu savunuyor. Melahat Pars’ın 1918 doğumlu olduğunu ve Gamlı Hazan’ı 1966 yılında, yani 48 yaşındayken bestelediğini belirtir. Bu tarihte, Pars’ın genç bir âşık değil, olgun bir sanatçı olduğu açıktır. Ayrıca, Sıtkı Angınbaş’ın müzik eğitimi verdiği ya da Pars ile böyle bir ilişki yaşadığına dair herhangi bir belge yoktur. Yurdacan’a göre, şarkının güftesi Sıtkı Angınbaş’ın kaleminden çıkmış olsa da hikâyesi kişisel bir deneyimden ziyade edebi bir yaratım olabilir. Bu görüş, efsanelerin büyüsünü biraz azaltsa da, şarkının sanatsal değerini gölgelemez.
Öte yandan bazı anlatılar, Gamlı Hazan’ın ardında belirli bir kişiye değil, evrensel bir duyguya dayandığını öne sürüyor. Bu yoruma göre, şarkı, hayatın farklı evrelerinde bulunan iki insanın bir araya gelemeyecek olmasının melankolisini anlatıyor ki bu kesinlikle doğrudur. “Ben gamlı hazan” ifadesi, ömrünün sonbaharına gelmiş birinin yorgunluğunu; “sense bahar” ise, gençliğin tazeliğini ve enerjisini simgeler. Sıtkı Angınbaş’ın güftesi, bu temayı işlerken, Melahat Pars’ın hicaz makamındaki bestesi, ayrılığın burukluğunu notalara dökmekte. Efsaneler bir yana, şarkının sözleri ve melodisi, dinleyenlerde kişisel hikâyeler uyandırarak kendi öykülerini üretmeye imkân tanıyor.
Hayal Dünyası ve Yeni Efsaneler
Gamlı Hazan, zamanla dinleyicilerin hayal gücünden beslenen yeni öykülerle de zenginleşmiş. Örneğin, bazıları şarkının bir ayrılık sahnesinde doğduğunu düşünür: Yaşlı bir adam, sevdiği genç kadına içki masasında bu sözleri mırıldanır ve ona veda eder. Başka bir anlatıya göre, şarkı, bir konser sırasında âşık bir dinleyicinin bestekâra ilham vermesiyle ortaya çıkmıştır. Bu tür hikâyeler, genellikle anonim kaynaklardan yayılır ve şarkının duygusal gücünü pekiştirir. Türk Sanat Müziği’nin melankolik ruhu, Gamlı Hazan’ı böyle efsanelerle süslemeye müsait bir zemin sunmakta
Gamlı Hazan’ın hikâyesi, efsanelerle dolu olsa da, asıl büyüsü sanatsal ifadesinde yatar. Melahat Pars’ın hicaz makamındaki bestesi, aksak usulüyle birleştiğinde, dinleyeni hüzünlü bir yolculuğa çıkarır. Sıtkı Angınbaş’ın “Olmaz meleğim böyle bir aşk, bende vakit geç” dizeleri, reddedişin kibar ama kararlı tonunu taşır. Şarkı, Münir Nurettin Selçuk’tan Nesrin Sipahi’ye, Behiye Aksoy’dan Serap Mutlu Akbulut’a kadar pek çok usta sanatçı tarafından seslendirilmiş ve her yorumda farklı bir duygu katmanı kazanmıştır. Efsaneler, bu eserin popülerliğini artırsa da tarihsel gerçeklikten ziyade dinleyicilerin ruhunda bıraktığı izle hatırlanır.
Gam vurur gam zedeler!
Müthiş manilerden biridir:
“Gamzedeler.
Gam vurur gam zedeler.
Sinem hakkâk (Oyma sanatçısı) delemez.
Delerse gamze deler!’
Gamzedeyim onlarca yıldır muazzam bir yanlış anlaşılmaya kurban gitmiş bahtsız şarkılardan biridir. Türküyü pek çok sanatçı yorumlamıştır ama neredeyse her dönem sanki “Gamze’den bahsettiğini sanmıştır. Oysa bu türkü bir “Zede’likten, yani “Gamzedelik’ten bahis etmektedir.
“Gamzedeyim deva bulmam” mısrasıyla başlayan Gam zedeyim, Türk Sanat Müziği’nin en sevilen ve duygusal derinliğiyle tanınan eserlerinden biridir şüphesiz. Sözleri Tatyos Efendi’ye ait uşşak makamında, sofyan usûlünde olan bu şarkı ve aşkın çaresizliğini, umutsuzluğunu anlatan melankolik bir atmosfer sunar. Tıpkı Gamlı Hazan gibi, Gamzedeyim de zamanla halk arasında dolaşan efsaneler ve öykülerle zenginleşmiş.
‘Gamzedeyim’in beslenme hikâyesi, besteci Şekip Ayhan Özışık ile güftekâr Vecdi Bingöl’ün dostluğuna dayandırılıyor. Ve hatta resmi kaynaklara göre, Vecdi Bingöl’ün kaleme aldığı bu sözler, 1950’li yıllarda Şekip Ayhan Özışık tarafından hicaz makamında bestelenmiş. Bu doğru olmayan bilgilerin nasıl resmi kayıtlara geçtiği meçhul, Şarkının sözleri: “Gamzedeyim deva bulmam / Garipliğim beyan olmaz…” Bir sevgilinin gurbette ya da duygusal bir yalnızlık içinde çektiği acıyı dile getiriyor elbette. Ancak, bu eserin ardında kişisel bir yaşanmışlık olup olmadığına dair kesin bir bilgi yoktu maalesef. Yine de, Türk Sanat Müziği çevrelerinde, Şekip Ayhan Özışık’ın bu besteyi yaparken kendi hayatından bir hüzün damıttığına dair romantik bir inanış yaygındı.
Gerçek olmayan tarih!
Esasen ‘Gamzedeyim’e dair en bilinen efsanelerden biri, Şekip Ayhan Özışık’ın gençlik yıllarında yaşadığı umutsuz bir aşka dayanıyor. Bu hikâyeye göre, Şekip Bey, henüz tanınmamış bir bestekârken, bir genç kadına derin bir sevgi besler. Bu kadın ya evlidir ya da toplumsal statü farkı nedeniyle Şekip’in ulaşamayacağı biridir. Genç adam, duygularını ne açıklayabilir ne de unutabilir; bu çaresizlik içinde geceler boyu udunu eline alır ve içindeki acıyı notalara döker. “Bülbül gibi yanar özüm / Çıkmaz dilimde feryadım” mısraları, bu söylentiye göre, onun sessiz çığlığını yansıtır. Vecdi Bingöl’ün güftesiyle buluşan bu melodi, Şekip’in kalbinin yaralı bir bestesi olarak tarihe geçer. Ancak, bu öykü daha çok halkın hayal gücünden beslenmiş bir efsane olarak kabul edilir, zira Şekip Ayhan Özışık’ın biyografisinde böyle bir aşk hikâyesine dair somut bir iz olmadığı gibi, bu şarkıyı bestelediğine dair de somut bir veri yok.
Bir başka yaygın anlatı, ‘Gamzedeyim’in gurbetteki bir âşığın acısını anlattığını öne sürer. Bu efsaneye göre, şarkı, 1950’lerde köyünden İstanbul’a göç eden bir gencin hikâyesinden esinlenmiştir. Genç adam, sevdiği kızı geride bırakarak büyük şehre gelir; ancak ne sevdiğine kavuşabilir ne de onun hasretine dayanabilir. “Garipliğim beyan olmaz / Gönlümün derdi aranmaz” sözleri, bu yalnızlık ve çaresizliği ifade eder. Şekip Ayhan Özışık’ın, İstanbul’un göçle dolup taşan sokaklarında tanık olduğu bu hüzünlü hayatları notalara döktüğü söylenir. Şarkının, dönemin radyo programlarında sıkça çalınması, gurbetçilerin duygularına tercüman olmuş ve bu öyküyü daha da popülerleştirmiştir.
“Gamzedeyim’, özellikle 1950’ler ve 60’larda TRT radyolarında Zeki Müren, Müzeyyen Senar ve Safiye Ayla gibi ustalar tarafından seslendirildiğinde, dinleyiciler arasında yeni efsaneler doğurdu. Bir anlatıya göre, bir radyo dinleyicisi, sevgilisinden ayrıldıktan sonra bu şarkıyı her dinlediğinde gözyaşlarına boğulur ve Zeki Müren’e mektup yazarak hikâyesini paylaşır. Mektupta, “Bu şarkı benim hayatımı anlatıyor” der ve sevgilisinin onu terk ettiğini, kendisinin ise “gam zedeyim” bir halde deva bulamadığını yazar. Zeki Müren’in bu mektubu okuduktan sonra şarkıyı daha bir hüzünle icra ettiği rivayet edilir. Bu tür dinleyici hikâyeleri, Gamzedeyim’in kişisel acıları evrensel bir dile çevirme gücünü ortaya koyuyor.
Gamzedeyim’in efsaneleri bir yana, Tatyos Efendi’nin güftesi, aşkın çaresizliğini ve yalnızlığın ağırlığını çarpıcı bir şekilde yansıtır. “Gözlerimde kanlı yaşlar / Gönül yasta umut taşlar” dizeleri, içsel bir yıkımı tasvir ederken, “Bülbül gibi yanar özüm” metaforu, doğanın bile bu acıya ortak olduğunu hissettirir. Şarkının Uşşak makamındaki bestesi ise, bu sözleri adeta bir ağıt gibi işler; yükselen ve alçalan melodiler, dinleyeni hüzünle sarmalar. Şarkının bu şiirsel derinliği, efsanelerin ötesinde, onu Türk Sanat Müziği’nin unutulmazları arasına yerleştirir.
Şarkı efsanelerle süslenmiş olsa da asıl gücünü sözlerin ve müziğin uyumundan alıyor sanırım. Zeki Müren’in kadife sesinden Müzeyyen Senar’ın içli yorumuna, her sanatçı bu esere kendi ruhunu katmış. Şarkı, aşkın yalnızca mutluluk değil, aynı zamanda acı, özlem ve çaresizlik olduğunu hatırlatıyor. Halk arasında dolaşan öyküler -bestecinin imkânsız aşkı, gurbetteki bir âşığın feryadı ya da radyo dinleyicilerinin gözyaşları- Gamzedeyim’in dinleyenlerde uyandırdığı kişisel yankılardır. Belki de bu şarkının en büyük efsanesi, her kalpte farklı bir gam, her ruhta ayrı bir yara olarak yeniden doğmasıdır.
Peki gerçek neydi?
İsterseniz şimdiye kadar okuduğumuz efsaneleri bir kenara bırakıp, hakikatin peşine düşelim.
“Gamzedeyim deva bulmam’ın hazin hikâyesi
Evet yukarıda anlattığımız efsanenin tek doğru kısmı belki de, her büyük eserin ardında mutlaka bir hikâye olmasıydı. Kimi zaman coşkulu, kimi zaman hüzünlü… Türk musikisinin en değerli hazinelerinden biri olan “Gamzedeyim Deva Bulmam” da bestekârı Tatyos Efendi’nin yüreğinden süzülen acı bir aşk hikâyesinin naif bir yansımasıydı.
Sessizliğin Sesi: Tatyos Efendi
Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış olan Kemani Tatyos Efendi (Tatyos Enserciyan), eserleri günümüze kadar orijinal haliyle gelebilmiş ender sanatçılardandı. 1851 yılında İstanbul’da doğan Ermeni asıllı bu Türk musikisi bestekârı, sanatını icra ederken adeta ruhundan parçalar sunmuştur dinleyicilerine.
Tatyos Efendi, müziğe çocuk yaşta dayısından aldığı kanun dersleriyle başlamış, sonrasında kendisini kemanda geliştirmişti. Konuşmayı pek sevmeyen, hislerini ve düşüncelerini yüzünden, gözlerinden okuyabilen birkaç dostu dışında kimseye açmayan bir yapıya sahipti. Onun dilsiz ruhu, ancak kemanının telleriyle konuşabiliyordu.
Koltuğunun altında kemanı, tütünden sararmış bıyıkları, uykusuzluktan çökmüş göz altlarıyla yaşamın ağırlığını omuzlarında taşıyan bir sanatçıydı. Önceleri geçimini kıt kanaat düğünlerde çalarak sağlayan sanatçı, sonrasında Galata’daki Pirinççi gazinosunda icra ettiği eserlerle tanınmaya başlamış, İstanbul’un dört bir yanındaki fasıl heyetlerinde aranan bir isim haline gelmişti.
Bir Şaheserin Doğuşu
Tatyos Efendi’nin en yakın dostları, yazar-gazeteci ve besteci Ahmet Rasim Bey ile kemençeci Vasili idi. Bir akşam Beyoğlu’nda üç dost, musiki meşkine başladılar. O gece Tatyos Efendi’nin kemanından dökülen nağmeler bambaşkaydı; daha önce duyulmamış bir kederin, derin bir acının ifadesiydi sanki. Keman adeta onun yerine konuşuyor, ağlıyordu.
Gece ilerleyip meyhanede birkaç müşteri ve temizlik yapan çocuklardan başka kimse kalmadığında, Tatyos Efendi, sanki saatlerdir çalan kendisi değilmişçesine, kemanını omzuna yerleştirdi. Hafifçe başını kemanına eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle, o ana kadar duyulmamış bir şarkıya başladı: “Gamzedeyim Deva Bulmam” .
Şarkı sona erdiğinde, meyhanede derin bir sessizlik hakimdi. Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor, Ahmet Rasim gözlerini boşluğa dikmiş, kendisinde ağlayacak takat arıyordu. Bu eser, birkaç hafta içinde tüm İstanbul’da dilden dile dolaşmaya başladı.
Yarım Kalan Aşk, Bütünleşen Notalar
Tatyos Efendi, “Gam zedeyim Deva Bulmam” eserini ilk kez seslendirmesinden bir ay sonra verem hastalığı nüksetti. Yıllardır onu suskunluğa iten kara sevdası artık dayanılmaz hale gelmişti.
Ölümünden sonra anlaşıldı ki, Tatyos’un Ortaköy’de bir çocukluk aşkı vardı. Kendi cemaatinden olan sevdiği kızın ailesi aniden Erivan’a göç edince kavuşamamışlardı. Tatyos sonradan başka biriyle evlendirilmişti. O şarkıyı ilk söylediği gece, sevdiği kadının İstanbul’a döndüğünü ve otuz yıldır evlenmeyip kendisini beklediğini öğrenmişti.
16 Mart 1913’te hayata gözlerini yuman Tatyos Efendi’nin cenazesi, Kadıköy’deki bir kilisenin ayin salonuna getirildi. Cenazesinde üç kız kardeşi, dul eşi, Ahmet Rasim, Vasili, kendisiyle yıllardır çalışan iki sazende ve kilisenin uzak köşesinde ağlayan bir kadın bulunuyordu.
Mezara Giden Mektup
Ahmet Rasim Bey, cenaze töreninin sonunda kilise sırasına bırakılmış bir zarf fark etti. Zarfın üzerinde “Tatyos ile birlikte defnedilecektir” yazıyordu. Zarfı, otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın, fark ettirmeden bırakmıştı.
Ahmet Rasim zarfı açıp içindekileri okumanın, Tatyos’a karşı yerine getirilecek son görev olabileceğini düşündü. Yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilen zarfın içinde, “Gamzedeyim Deva Bulmam” sözlerine karşılık yazılmış dizeler vardı.
Zamansız Bir Klasik
Tatyos Efendi’nin “Gamzedeyim Deva Bulmam” eseri, aradan geçen yüz yılı aşkın süreye rağmen tazeliğini korumakta. Özellikle son yıllarda yeniden yoğun bir şekilde dinlenmeye başlanan bu eser, bestekârın kendi hayatının özetini sunan, derinlikli ve içli bir anlatım içermekte.
Şarkı uzun süre yanlış kişilere refere edildi. Ta ki, 1980 yılında Barış Manço tarafından Kurtalan Ekspres ile birlikte 20. sanat yılı için yayınladığı albümünde yer verilene kadar. Manço yıllar sonra sadece muhteşem bir şarkıyı tekrar popüler etmemiş, yüzyıllık bir yanlışlığı düzeltecekti!
Bu hazin aşk hikâyesini notalarla ölümsüzleştiren Tatyos Efendi, belki devasını bulamadan göçüp gitti bu dünyadan; ancak yarım kalan aşkı, eserleriyle beraber Anadolu insanının hafızasına kazındı ve bugünlere ulaştı.
Tatyos Efendi, dilini gönlüne hapseden bir sanatçıydı. Hissettiklerini dile vuramayan, kendisini ancak ve ancak kemanıyla anlatabilen bu büyük bestekâr, koca bir ömrü birkaç dizelik şarkıya sığdırmayı başarmış, yüzyıllar sonra bile dinleyicisinin yüreğine dokunmaya devam etmiştir.
Son söz ise şu olabilir: Gamzedeyim deva bulmam, yalnızca bir şarkı değil, bir duygu durumudur. Efsaneler, onun tarihsel kökenlerini bulanıklaştırsa da dinleyiciler için bir sığınak, bir teselli olmaya devam ediyor.
Ne adı Mihriban’dı ne de saçları sarı!
Herhangi bir radyo istasyonunda ya da internette bir müzik kanalında rest geldiğimizde takılıp kaldığımız klasik türkülerimizden en popülerlerinden biridir Mihriban. Müziği ayrı, sözleri ayrı güzeldir ve insan kulağından bir şekilde ruhlarımıza sızıp inceden titretir gönül tellerimizi. Söz, müzik ile çok nadiren böylesi muazzam bir uyum yakalar. Mihriban sadece bir müzik eseri de değildir. Malum; her türkünün bir öyküsü vardır. Her öykünün de kahramanları.
Öyle bir derin sevdadır ki bu, doktorlar bir derman olamamıştır. Şair, “Uzuyor uzuyor altın saçları/ uğrunda ölünen güzel kızların (S. Karakoç) der bir yandan ve sanki aynı saç teline bağlamıştır gönlünü başka bir şair ve çözemez bir türlü. Öyle ki, ölüm bile yavan kalır ayrılığın yanında. Sözleri bu kadar etkin kılan şüphesiz yaşanmışlığı ve içtenliğidir. Ancak şair öylesine edep yüklü, namus değerini öylesine yücelten biridir ki, saçı konusunda da okurunu yanlış yönlendirir. İster ki, bir ihtimal tanıdık biri çıkarsa, sonradan evli barklı olmuş bir kadının hayatına etki etmesin… Daha fazla ayrıntılara dalmadan öyküsüne bir göz atmaya ne dersiniz?
Anadolu kültürünün büyük temsilcilerinden olan şair Abdurrahim Karakoç’un yıllarca içinde tuttuğu bir sırdır aslında Mihriban. Ve gerçek isimden ziyade bir semboldür; âşık olunup kavuşulamayan. Mihriban’ı kısmen de olsa tanımlar şair ama hikâyenin kökenine inmek için, yazıldığı tarihten de geriye, yaklaşık 7 sene evveline, 1960 yılına dönmemiz gerekir. 28 yaşında yağız bir Anadolu delikanlısıdır Karakoç o tarihte. Maraş’ın Ekinozü ilçesine bağlı küçücük bir köyde son derece mütevazı bir hayat sürmektedir. Kalemle olan ilişkisi çok genç yaşlarda başladığı için hayatı bir şair inceliğiyle kodlamaktadır.
Köylerinde düğün vardır o sene. Ve başka köylerden pek çok misafir gelir bu düğüne katılmak için. İsmini cismini bilmediği bu kızı önce uzaktan fark eder genç Abdurrahim. Oracıkta hemen kendi kendine de koyar aslında adını: Mihriban. Şefkat dolu, merhametli, güler yüzlü anlamına gelmektedir Mihriban ve muhtemelen bizim hiç görmediğimiz genç kızın fiziki portresini çizmiştir daha ismini koyduğu anda.
Düğün bitince misafirler o gece orada ağırlanır. Fırsat bulamaz şair genç kızın kimin nesi olduğunu soruşturmaya. Sabah kalkınca ilk iş koşarak gider ama çoktan gitmiştir düğün kafilesi… Genç kız büyük bir ihtimal farkında bile olmadığı bir gencin kalbini de alıp götürmüştür…
Abdurrahim’in dünyası artık değişmiştir, hayat manasızlaşmıştır, aşk acısı yüreğini yakar da kavurur… Bu halini gören ailesi, kızı bulmak için Maraş’a giderler, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce “kız küçük” derler, bahane bulurlar. Bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır…’
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim, kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der. Ama oturup şiirini yazar.
Gönül hanesinde ad alınmak ne kelime, mısralar alt alta dizilmiştir ve 7 yıl tutabilir en fazla içinde. Sonunda sarılır kaleme ve lambadaki alevi üşütecek kadar bir titreklikle döker kâğıda kelimeleri. 4 kıtasını ezbere bildiğimiz türkü daha uzundur esasen:
Mihriban
Sarı saçlarına deli gönlümü,
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban.
Ayrılıktan zor belleme ölümü,
Görmeyince sezilmiyor Mihriban.
…
Tarife sığmıyor aşkın anlamı,
Ancak çeken bilir bu derdi gamı.
Bir kördüğüm baştan sona tamamı,
Çözemedim çözülmüyor Mihriban
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz.
Tabi Mihriban da…
Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der.
Karakoç ikinci bir şiir yazar:
“Unutursun Mihriban’ım
“Unutmak kolay mı?” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.
…
Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de,
Unutursun Mihriban’ım
Kendisine çok kez soruluyor Mihriban’ın öyküsü. Çok ketum davranıyor aslında. Kısa kısa cevaplarla geçiştiriyor ve her satırının arasında bir tevekkül ve kadere rızanın o vakur duruşu var aslında. “Son bir kez” diyor… “Son bir kez daha görmek istemezdim… O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın…’
Alevi- Sünni kardeşliğinin kanıtı
Mihriban türküsü sadece güzel bir ezgi değil, yazarı ve bestecisinin kimlikleri dolayısıyla çok önemli bir kanıt aslında. Maraşlı Sünni kökenli bir şair ile Mersinli Alevi kökenli bir saz sanatkârının sanat paydasında nasıl beraber olacakları ve ideolojiler bir kenara bırakıldığında ne muazzam eserler ortaya çıkarılabileceğinin de kanıtı.
Bu durum her iki ustaya da soruluyor. Müthiş bir sevgi ve saygı çerçevesinde konuşuyor her ikisi de. Aynı asalette ve derinlikte.
“Beste de güzel olup güfteyle örtüşünce daha bir güzel oluyor… Bunlar birbirini tamamlayan şeylerdir. Bestelendikten sonra herkes hayret etti. “40 senedir okuyorsunuz” dedim. Ama bestelenince daha güzel oldu.” diyor Abdurrahim Karakoç.
Musa Eroğlu: “Keşke diğer sanatçılar de benim gibi Karakoç’un şiirlerini besteleseydi. 500 tane bestesi olsaydı. Müzik insanları Karakoç’u, onun edebiyat çizgisini keşfedemedi. Değerli Karakoç’un sevdaya dair çok güzel ifadeleri, şiirleri var. Ben Karakoç’un dünya görüşüyle değil şair, ozan yönüyle ilgileniyorum ve ondan etkileniyorum. Aynı ülkede yaşayan şairler, ozanlar ve sanatçılar birbirinden etkilenir. Çünkü ülkenin ortak kültürüyle, değerleriyle büyüyor, aynı havayı soluyorsunuz.” diyerek hakkını teslim ediyor rahmetli Karakoç’un.
Türkü “aşka hudut çizilmiyor” diyor ama anlıyoruz ki aslında türküye de çizilemiyor herhangi bir sınır! Yüreğinize, dimağınıza sağlık bu ülkenin iki ustası. Nur içinde yat Abdurrahim Karakoç, Allah uzun ömürler versin Musa Eroğlu…