“Babam Stalingrad’da”

Stalingrad’da kaybedilen 91.000 Alman askerinin çoğu evliydi ve geride çocuklar bırakmıştı. 1943 baharında, Almanya’nın ilkokullarında, öğretmenler “babanızın mesleği nedir?” sorusuna verilecek cevapları duymaktan korkar olmuşlardı: “Babam Stalingrad’da..
2B032MB The Battle of Stalingrad (23 August 1942 ? 2 February 1943) was a major battle on the Eastern Front of World War II in which Nazi Germany and its allies fought the Soviet Union for control of the city of Stalingrad (now Volgograd) in Southern Russia, near the eastern boundary of Europe. Marked by constant close quarters combat and direct assaults on civilians by air raids, it is often regarded as one of the single largest (nearly 2.2 million personnel) and bloodiest (1.7?2 million wounded, killed or captured) battles in the history of warfare. The heavy losses inflicted on the German Wehrmach

SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT

Volga Nehri’nin kıyısında, gri bir kış sabahında, son bir Alman askeri nefes verirken, binlerce kilometre ötede Stuttgart’ta bir çocuk, babasının fotoğrafına bakıyordu. İkisi arasındaki görünmez bağ, Stalingrad’ın soğuk topraklarında kopmuştu artık. Bu yalnızca bir askerin ölümü değil, bir ailenin, bir umudun, bir geleceğin de yok oluşuydu. Uçuk hayalleri olan ve bu uğurda milyonlarca insanı katledebilecek bir iç potansiyele sahip olan Adolf Hitler’in arkasına düşmüş bir halk, önünü göremiyor, radyolarda, gazetelerde sahte bir gerçekliğin illüzyonuna inanıyordu. Yaşadığı onca yoksulluğa karşı bir şeyler; üstelik de güzel şeyler vadeden, ülkeler fetheden bu saplantılı, narsist karakterin her Almanın evinde açacağı yaradan habersiz, büyük bir haykırışla “Heil Hitler” diyorlardı… Nutuklarını pür dikkat dinliyor, “Alman olmanın ayrıcalıklı”  bir şey olduğunu sanıyorlardı. Oysa “Yaşasın Hitler” dedikleri o kağıttan kahramanın, ülkelerini ve ülkelerinin yoksul çocuklarını ölüme sürükleyeceğinden henüz haberdar değillerdi.

Stalingrad işte öyle bir şeydi… 

Stalingrad yenilgisi, askeri bir başarısızlıktan çok daha fazlası; bir ulusun ruhunda açılan ve asla tam olarak iyileşmeyecek bir yaraydı.

“Sevgilim sana geri döneceğim’

1942 yılının yazında, 6. Ordu’nun Stalingrad’a doğru ilerleyişi başladığında, Alman propagandası zaferden emindi. Binlerce genç asker, mektuplarında sevdiklerine yakında eve döneceklerini yazıyordu. Leipzig’den gelen 22 yaşındaki Hans Weber, nişanlısı Elsa’ya yazdığı son mektupta: “Rusya’nın kalbine gireceğiz ve sonra, sevgilim, sana geri döneceğim. Evimizin bahçesine dikeceğimiz elma ağaçlarını hayal ediyorum” diyordu. Hans’ın bedeni, Stalingrad’ın harabeleri arasında kayboldu; Elsa ise ömrünün sonuna kadar pencereden bakıp onu bekledi.

Yeşilliği ve harika doğasıyla meşhur Bavyera’dan orduya alınan Karl Müller, dört çocuk babasıydı. Cepheden gönderdiği son paket, küçük oğlu için yonttuğu ahşap bir oyuncak at ve eşi Maria için kurumuş bir çiçek içeriyordu. Mektupta ise kısaca: “Burası cehennem, ama sizin için dayanıyorum” yazıyordu. Karl’ın cesedi asla bulunamadı; Maria, beş yıl boyunca kapı her çaldığında kocasının döndüğünü sandı.

Hayalperest askerlerin veya politikacıların ülkeyi nereye sürüklediğini görmek açısından bu örnekler yeterli değil mi? Bu aktardığım öyküler, Türk tarihinin de en acı sayfalarından biri olan Sarıkamış dramına ne kadar benziyor… 

“Umutlarımız donuyor’

Stalingrad’da savaşın dönüm noktası, 1942’nin kasım ayındaki Sovyet karşı saldırısıydı. Hitler’in “bir adım bile geri çekilme” emri, 6. Ordu’yu kendi mezarını kazmasına mahkûm etmişti.

Dresden’den genç teğmen Friedrich Bauer, günlüğüne şöyle yazıyordu: “Termometre -30 dereceyi gösteriyor. Silahlarımız donuyor, yaralarımız donuyor, umutlarımız donuyor. Ekmeğimizi kırmak için baltaya ihtiyacımız var. Dün gece nöbette uyuyakalan Konrad’ı bulduk – bir buz heykele dönüşmüştü, gözleri açık, sanki ölümü bile şaşırtmıştı.”

Hamburg’dan sağlık görevlisi Peter Schultz’un hatıraları, trajedinin en karanlık yönlerini ortaya koyuyor: “Artık yaralıları sıralamak zorundayız. Kimin yaşama şansı var, kim zaten ölüme mahkûm… En kötüsü de, ölmekte olan askerlerin ceplerinden sevdiklerinin fotoğraflarını, mektuplarını çıkarmak ve onları yarım kalmış cümlelerle teselli etmek. Bugün genç bir asker bana doğum gününde kızının açması için bir mektup verdi, ama kızı dört yaşına basacak ve o zaman Almanya belki de var olmayacak.”

Aralık ortasında başlayan tahliye operasyonlarında, yaralı askerleri taşıyan uçaklar her zaman tıka basa doluydu. Binlerce ağır yaralı geride bırakılırken, seçim genellikle savaşa dönebilecek olanların lehine yapılıyordu. On binlerce asker, uçakların karlardan temizlenmiş iniş pistlerine doğru sürünürken, çoğu birkaç yüz metre ileride son nefeslerini veriyordu.

Tutsaklığın Gölgesinde Eriyen Hayatlar

Stalingrad kuşatması sona erdiğinde, yaklaşık 91.000 Alman askeri esir düştü. Bunlardan sadece 5.000’i savaştan sonra Almanya’ya dönebildi. Sibirya’nın çalışma kamplarına gönderilen bu insanlar için yeni bir cehennem başlıyordu.

Münih’ten Otto Schmidt, Sibirya’daki esaret günlerini şöyle anlatıyordu: “Sabah beşte kalkış, gece yarısına kadar çalışma. Günde 200 gram ekmek, bir kase çorba. Vücudumuz yavaş yavaş kendini yiyor. Her sabah barakalarda beş-altı ceset buluyoruz. Onları gömmek için bile enerjimiz yok. Yine de en ağır olanı fiziksel koşullar değil; evdekilerin ne durumda olduğunu bilmemek, onların da bizi beklediğini düşünmek…”

Berlin’den müzisyen Josef Hartmann, esir kampında küçük bir keman yapmıştı. Her akşam, barakada “Lili Marleen”i çalarken, yüzlerce adam, çamurlu botlarının, yaralı bedenlerinin ve kırık ruhlarının ötesinde, bir an için evlerine dönüyordu. Josef 1949’da tahliye edildiğinde, kemik gibi bir bedenden ibaretti. Berlin’e döndüğünde evini bulamadı; bombardımanlarda yıkılmıştı. Eşi ve iki çocuğunun izine ise asla rastlayamadı.

Geride Kalanların Sessiz Çığlıkları

Stalingrad, cephede savaşan askerlerin ötesinde, Almanya’da bekleyen milyonlarca insanın hayatını da değiştirdi. Hitler’in yenilgiyi haftalarca gizlemeye çalışmasına rağmen, kasabalara ve köylere ölüm haberleri yağmaya başladığında, kolektif bir yas dalgası ülkeyi sardı.

Köln’de, 6. Ordu komutanlarından birinin eşi Margarete Reichmann, kocasının kaybolduğu haberi geldikten sonra günlüğüne şöyle yazıyordu: “Siyah elbisemi giymedim. Yas tutmayı reddediyorum çünkü yas tutmak, onu kaybettiğimi kabul etmek demek. Her gece onun için bir tabak koyuyorum sofraya. Çocuklara babalarının döneceğini söylüyorum ve buna inanıyorum,  inanmak zorundayım.”

Stalingrad’da kaybedilen 91.000 Alman askerinin çoğu evliydi ve geride çocuklar bırakmıştı. 1943 baharında, Almanya’nın ilkokullarında, öğretmenler “babanızın mesleği nedir?” sorusuna verilecek cevapları duymaktan korkar olmuşlardı: “Babam Stalingrad’da…”

Savaşın dul kadınları, Nazi Almanyası’nın toplumsal dokusunda yeni bir katman oluşturdu. Devlet tarafından verilen küçük maaşlarla hayatta kalmaya çalışan bu kadınlar, hem annelik hem babalık yapmak zorundaydı. Berlin’de, bombalanmış binalarda barınak arayan bu dulların hikâyeleri, savaşın en az cephe kadar acımasız olan sivil yüzünü gösteriyordu.

“Onsuz nasıl yaşarız?’

Naziler, Stalingrad yenilgisini bir “kahramanlık destanı”na dönüştürmeye çalıştılar. 2 Şubat 1943’te, 6. Ordu’nun teslim olmasından üç gün sonra, Hitler’in emriyle radyoda üç günlük ulusal yas ilan edildi. 

Goebbels’in aralıksız propagandaları bile artık bir işe yaramıyordu. Propaganda, evlerine ulaşan ölüm haberlerinin acısını dindiremezdi. Berlin’in banliyölerinde, 1943 yazında, Stalingrad’da kaybolan askerlerin eşleri arasında intihar vakaları artmaya başladı. Dresden’de, genç bir kadın kocasının ölüm haberini aldıktan sonra iki çocuğuyla birlikte Elbe Nehri’ne atladı. Geride bıraktığı notta sadece: “Onsuz nasıl yaşarız?” yazıyordu.

Stalingrad’da ölen Alman askerlerinin çocukları, savaş sonrası Almanya’sının “kayıp nesli” olarak büyüdü. Babasız bir nesil, bombalarla yerle bir olmuş şehirlerde, açlıkla ve yoklukla boğuşarak hayatta kalmaya çalıştı. 

Yıkılmış, bitmiş bir ülkede nasıl hayatta kalınabilirse ancak o kadar hayatta kaldılar.

Münih’te, 1950’lerin başında yapılan bir araştırma, Stalingrad’da babasını kaybeden çocukların okul başarısının diğerlerine göre belirgin şekilde düşük olduğunu ortaya koydu. Bu çocukların çoğu, hayatları boyunca babaları hakkında konuşmaktan kaçındı. Bazıları, babalarının “orada” olduğuna dair bir inanç geliştirdi, “orada” kelimesi, hem Rusya’yı hem de ölümü ifade eden bir örtmeceydi.

Frankfurt’ta yaşayan Elisabeth Hoffmann, 12 yaşındayken babasını Stalingrad’da kaybetmişti. Altmış yıl sonra, bir röportajda şöyle diyordu: “Hayatım boyunca, kalabalık sokaklarda yürürken, karşıdan gelen her orta yaşlı adamın yüzüne dikkatle baktım. Belki o döner, belki hafızasını kaybetmiştir, belki…”

 Kar Altında Kalan Gerçekler

Stalingrad, Nazi Almanyası için yalnızca bir askeri yenilgi değil, bir ulusun kolektif psikolojisinde derin bir kırılma noktasıydı. Nazilerin “nihai zafer” propagandasının inandırıcılığı sarsılmış, savaşın kaybedileceğine dair ilk ciddi şüpheler Alman halkının zihnine yerleşmişti.

Yine de Stalingrad’ın asıl trajedisi, ne askeri tablolarda ne de tarih kitaplarında tam olarak anlatılabilecek türden bir hikaye. O trajedi, Noel akşamı babalarının yokluğunda sessizce ağlayan çocukların gözyaşlarında, her gece kocalarının fotoğrafına bakarak yatan kadınların yalnızlığında ve asla anlatılamayacak binlerce kişisel hikâyede gizli. Yenilmiş bir halkın; evlatlarını, kocalarını ve babalarını kaybetmiş bir halkın yıllar boyu anlatamayacağı gizli hikayelerde.

Stalingrad’da kar altında kalan sadece bir ordu değildi; bir neslin umutları, hayalleri ve gelecekleriydi. Don Nehri’nin buzları erirken, o buzların altında kalan hakikat, Avrupa’nın kolektif belleğinde bir hayalet gibi dolaşmaya devam ediyor. O hayalet, bize savaşın gerçek maliyetinin, ne topraklar ne zaferler ne de imparatorluklar olduğunu; aksine, geri alınamayacak hayatlar, birleşemeyecek aileler ve yaşanamayacak gelecekler olduğunu anımsatıyor. 

Volga’nın kıyısında, artık sessizliğe bürünmüş o savaş meydanında, Rusya’nın karları her kış milyonlarca hikâyeyi örtüyor. Ve karların altında, mektuplar, fotoğraflar, nişan yüzükleri ve umutlarla dolu cüzdanlarıyla genç adamlar yatmaya devam ediyor… Her biri, tarih kitaplarında yalnızca bir sayı, ama bir zamanlar birinin sevgilisi, birinin babası, birinin oğlu, birinin geleceği olan gerçek insanlar. 

Tıpkı bizim Sarıkamış dramımızda olduğu gibi…

Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.