SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT
Günümüz İslam coğrafyasında akıl ermez zenginlikler içindeki devlet başkanlarının servetlerinin kaynağını hiç düşündünüz mü? Hiç çalışmadıkları halde, milyar dolarlık servetleri nasıl yaptıkları üzerinde düşünülmeye değer. Kur’an’daki Enfal suresine dayanak olarak verilen/alınan bazı tartışmalı fetvalarla devlet başkanlarının yer altı ve yerüstü zenginliklerinden elde edilen gelirin beşte birini almalarına varan tarihsel gelişim bizi uzun uzun düşünmeye mecbur bırakıyor.
“Beşte bir” anlamına gelen humus kelimesi, İslâm hukuku literatüründe ganimetlerden ve bu hükümde olan mallardan kamu adına, belirli alanlarda sarf edilmek üzere alınan beşte birlik (yüzde yirmilik) pay anlamına geliyor.
İslâm öncesi Arap topluluklarında da var olan bu kavram, İslam’dan sonra ayrı bir hukuki forma kavuştu ve yeni bir model oluşturuldu.
Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nde Humus için, “Klasik dönem genel fıkıh kitaplarında zekât (rikâz) ve siyer (ganimet, fey, seleb) ana bölümlerinde veya kamu maliyesiyle ilgili ‘el-emvâl’ türü eserlerde ayrıntılı biçimde ele alınan humusun, Sünnî fıkhında daha dar kapsamlı tutulmasına karşılık Şia fıkhında ve uygulamasında ayrı bir önem kazanıp kurumlaştığı görülmektedir.” deniyor.
İslam tarihçilerinin büyük çoğunluğuna göre ilk Humus alma hadisesi Kureyş kabilesinden ele geçirilen ganimetlerden alındı.
Bu ganimetin beşte birini Hz. Peygamber’e ayırarak geri kalan kısmını savaşa katılan arkadaşları arasında paylaştırıldığı kayıtlarda yer alıyor.
Enfâl Suresi’nin ilk ayetinde “enfâl” kelimesinin humus ve teşvik ödülü anlamında kullanıldığı görüşünden hareket edilecek olursa enfâl konusundaki tartışmanın Bedir Savaşı sonrasında başlamış olduğu düşünülmekte. Hz. Peygamber, mevcut gelenek uyarınca Bedir ganimetlerini taksim ederek beşte birini aldı.
“Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah’a ve Resûlü’ne aittir O halde siz gerçek müminler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Resûlüne itaat edin.”
Bedir savaşından sonra el-Enfâl Suresi’nin 68 ve 69’uncu ayetlerinin inmesiyle Humus’un helalliği dini olarak tescil edildi.
“Eğer Allah’ın daha önceden verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şeylerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Hz. Peygamber’in yaptığı ilk beşte bir alma (tahmîs) uygulamasının zamanı hakkında farklı görüşler bulunuyor:
İBN KESÎR ve bazı İslam bilginleri, ilk kez Bedir Savaşı’ndan sonra humusun uygulandığını belirtmiş ve buna kaynak olarak da Hz. Ali ve Hz. Sa’d b. Ebu Vakkas’ın aktarımlarını dikkate alırlar.
Çoğunluk İslam bilginleri ise, Bedir’de humusun uygulanmadığı görüşünde.
İbn Sa’d, Bedir’den sonraki ilk humus uygulamasının İslâm’ın doğuşunda Medine’de yaşayan üç Yahudi kabilesinden biri olan Benî Kaynuka ganimetlerinde olduğunu belirtiyor. Müslümanlarla anlaşmalarını bozan Beni Kaynuka Yahudileri için, Hz. Peygamber üç gün süre tanır ve onların alacaklarını tahsil etmelerine izin verilir. Medine’yi terk etmek zorunda kalan Beni Kaynuka Yahudileri, çok sayıda silah ve silah yapımında ve kuyumculukta kullandıkları malzemeyi bırakırlar. Geride kalan ganimetten Hz. Peygamber üç kılıç, üç mızrak, iki zırh ve iki yay ile hazinenin beşte bir hakkını (humus) aldıktan sonra geriye kalanı gaziler arasında paylaştırır. Bu taksim, humusla ilgili âyetin (el-Enfâl 8/41) inmesinden sonraki ilk uygulaması kabul edilir.
Bazı rivayetlere göre ise ilk humus uygulaması Benî Kurayza Savaşı’nda gerçekleşti.
1500 yıl önceki bilgilerden bahsettiğimizi göz önüne alarak, ilk olarak ne zaman alındığından ziyade, asıl önemli olan konunun ayette belirtilen sınıflara nasıl ve ne şekilde dağıtıldığıdır.

Şahsın değil, devletin geliri
İslam hukukuna göre humus, kamu yararına sarf edilmek üzere devlet tarafından tahsil edildiği için, tıpkı zekât ve fey gibi “devlet gelirlerinden biri” hükmünde.
İslam Ansiklopedisi, humusu “Humus selebin ayrılmasından sonra, fakihlerden bir kısmına göre ise ganimetten payları bulunmayan köle, kadın, çocuk ve ehl-i zimmet gibi yardımcı güçlere gazilerin paylarını geçmeyecek miktarda hizmet bedeli (radh) verildikten sonra kalan ganimetin beşte birlik kısmıdır.” şeklinde tarif ediyor.
Sünnî Fıkıh Ekollerine Göre Humus
Sünnî fıkıh ekollerine göre humus, esasen savaş yoluyla ele geçirilen ve genelde ganimet olarak adlandırılan mallardan alınır. Ancak Hz. Peygamber’in ele geçirilen topraklarla ilgili uygulamaları arasında görülen bazı farklılıklar, Hz. Ömer’in Irak topraklarına daha farklı bir sistem uygulamış olması, savaşla ele geçirilen topraklardan humus alınıp alınmayacağı konusunda fakihlerin farklı görüşler ileri sürmesine imkân vermiştir.
Fey, Seleb, Define ve Madenler Konusunda Görüşler
Devlet Başkanının Kur’an’da belirtilen yerlere istediği gibi dağıtma yetkisine sahip olduğu fey; “savaş yapılmadan elde edilen gelir”i ifade ediyor. Ganimet ise, Enfal Suresi 1 ve 41. ayetlerde ifade ediliyor. İslam hukukçuları, Fey’in Haşr suresinin 7-10. ayetlerinde zikredilen kimselere dağıtılacağı, dolayısıyla bütün Müslümanlara ait olduğu görüşünde: “Allah’ın, (fethedilen) belde halkının mallarından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz.”
Şafii mezhebine göre ise, tıpkı ganimet gibi feyin de humusu (beşte biri) alınır, geri kalan beşte dört Peygamber’in hakkıdır.
Rikâz terimi, İslam’da maden, define ve hazine gibi kendiliğinden yer altında bulunan veya insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen her türlü kıymetli maden ve eşyayı ifade ediyor.
“Rikâzda humus vardır” hadisinden hareketle, yer altında bulunan maden, define ve hazinelerden beşte birinin vergi olarak alınacağında ittifak bulunmakla birlikte rikâzın mahiyeti ve muhtevası hakkında farklı görüşler vardır. Definenin rikâz kapsamına girdiği hususunda belli bir görüş birliği sağlanmış, fakat madenin rikâz kapsamına girip girmediği, dolayısıyla madende humus olup olmadığı tartışmalı kalmıştır.
Humusun harcama yerleri
Enfâl sûresinin 41. âyetinde humusun Allah’a, Peygamber’e ve onun yakın akrabasına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğu belirtilmektedir:
“Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Peygamber’e, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Eğer Allah’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız (bunu böyle bilin). Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
Ekseri âlimler burada Allah’ın teberrüken ve söze başlangıç kabilinden anıldığını, dolayısıyla humustan Allah’a ayrılacak bir pay bulunmadığını söylemiştir.
Humus Payları Konusundaki Görüşler
Hanefi, Şafii ve Hanbeli mezhepleri, Hz. Peygamber zamanında humusun bir pay Peygamber’e, bir pay yakın akrabasına ve birer pay da diğerlerine olmak üzere beş kısma bölündüğü kanaatini paylaşırlar.
Zevi’l-kurbâ (Yakın Akraba) Payı
Humus âyetinde zikredilen sınıflar içinde en fazla tartışma konusu olan sınıf yakın akrabadır (zevi’l-kurbâ). Bunların kimliği, humustaki haklarının sübût ve devamı gibi hususlarda değişik görüşler bulunmaktadır.
Bazı âlimler bütün Kureyş’in, bazıları yalnızca Hâşimoğulları’nın, çoğunluk ise Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın zevi’l-kurbâ olduğunu belirtmişlerdir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra halifelerin, yakın akraba payı konusunda nasıl davrandıklarına dair çelişik rivayetler bulunuyor:
Resûl-i Ekrem’in kendi payı ile birlikte yakın akraba payının savaş hazırlığı için harcanması yönünde ağırlık kazanıyor.
Ömer b. Abdülazîz’in Peygamber’in payı ile yakın akraba payını Hâşimoğulları’na gönderdiği de ifade ediliyor.
Hz. Ali, İbn Abbas ve Ebû Ca’fer’den, yakın akraba payının Hz. Peygamber’in vefatı ile düşmediği kanaatinde oldukları yönünde rivayetler naklediliyor.
Mezheplere Göre Humusun Taksimi
Hanefî mezhebi
Hanefî mezhebine göre humus üç kısma bölünür:
Bir pay yetimlere, bir pay miskinlere, bir pay ibnüssebîle (yolculuk esnasında muhtaç duruma düşmüş kimseler).
Bu üç sınıfa pay verilmesinin şartı fakirliktir. Hz. Peygamber’in humustan pay alma durumu, peygamberlik olduğu için vefatı ile birlikte bu pay düşmüştür.
Mâlikî mezhebi
Mâlikî mezhebine göre humus ve fey adı geçen sınıflara tahsis edilmeksizin bütün Müslümanlar için olup gerektiğinde onların yararına sarf edilmek üzere beytülmâle konulur.
Şâfiî mezhebi
Şâfiî mezhebine göre humus beş kısma bölünür. Şâfiî, humusun tamamen kamu yararına harcanacağını dile getirir.
Fey konusundaki ihtilâf dışında Hanbelî mezhebinin görüşü de Şâfiîler’inki gibidir.
Hz. Peygamber, ilk zamanlarda humusu öncelikle toplumun karşılaştığı sıkıntılara harcamış, bundan artanı anılan sınıflar arasında dağıtmıştır. Sonraları mal çoğalınca humusu bir fon altında toplamış ve ihtiyaç oldukça ihtiyaç sahiplerine verilmiştir.
“Humus” kelimesi, “beşte bir” anlamına geliyordu. Bu sistem yalnızca savaş ganimetlerini değil, toplumun kaynaklarının adil dağılımını sağlayacak bir mekanizma olacaktı.
O dönemde, Medine sokaklarında yeni bir gelenek başladı. İslam tarihçisi İbn Sa’d’ın kaydettiğine göre, tüccarlar akşam pazardan dönerken kazançlarının beşte birini ayırıp Mescid-i Nebevi’ye getiriyorlardı. Hz. Muhammed’in bizzat nezaret ettiği bu paylaşımda, humus gelirleri titizlikle altı gruba ayrılıyordu: Allah’ın hakkı (kamu yararı için), Resulullah’ın hakkı (liderlik sorumluluklarını yerine getirmesi için), akrabalarının hakkı (Haşimoğulları ve Muttaliboğulları), yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar.
Medineli Cabir bin Abdullah’ın anlattığı bir olay, humusun uygulanışını canlı bir şekilde gösterir. Cabir’in kaydettiğine göre, bir gün Hayber Savaşı sonrası elde edilen ganimetler Mescid’e getirildiğinde, Hz. Muhammed önce ganimetin beşte birini ayırdı. Sonra bu beşte birlik kısmı da kendi içinde bölüştürdü. Allah ve Resul’ü için ayrılan pay, kamu yararına kullanılmak üzere beytülmale konuldu. Akrabalarına düşen pay, Haşimoğulları ve Muttaliboğulları arasında eşit olarak dağıtıldı. Kalan kısım ise yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verildi.
Raşid Halifeler dönemi
Hz. Muhammed’in vefatından sonra, Raşid Halifeler döneminde humus uygulaması, asıl anlamına sadık kalarak devam etti. İslam tarihçisi Taberi’nin aktardığına göre, halifeler kendi ihtiyaçları için devlet hazinesinden çok sınırlı miktarlar alıyorlardı.
Hz. Ebu Bekir halife seçildiğinde ilk iş olarak Ebu Ubeyde’yi hazinedar tayin etti ve kendisine çok mütevazı bir maaş bağlanmasını istedi. İbn Kesir’in “El-Bidaye ve’n-Nihaye” adlı eserinde naklettiğine göre, Hz. Ebu Bekir ölüm döşeğindeyken kızı Aişe’ye şöyle vasiyette bulundu:
“Kızım, biliyorsun ki halifelik görevini üstlendiğimden beri Müslümanların işleriyle meşgul olmaktan kendi ticaretimi yapamadım ve bu sebeple beytülmalden bir miktar maaş olarak aldım. Ölümümden sonra, şu tarlamdaki hurmalığı beytülmale veriniz ki, aldıklarımın karşılığı olsun.”
Hz. Ömer halife olduğunda, başlangıçta maaş almak istememiş, ihtiyaçlarını ticaretle karşılamaya çalışmıştı. Ancak devlet işlerinin yoğunluğu karşısında, sahabenin önerisiyle bir miktar maaş almaya başlamıştı. İmam Ebu Yusuf’un “Kitabu’l-Harac” eserinde belirttiğine göre, bir gün kendisine “Allah’ın malından (beytülmalden) senin için helâl olan nedir?” diye sorulduğunda, şöyle cevap vermişti:
“Kureyş’ten orta halli bir ailenin yiyeceği ile, birisi yazın birisi de kışın giyilmek üzere iki elbisedir. Ben de Müslümanlardan bir ferdim, onlara ne düşerse, bana da aynısı düşer.”
Hz. Osman, ticaretle uğraşan zengin bir sahabe olduğu için devlet hazinesinden maaş almadı. İmam Serahsi’nin “el-Mebsut” adlı eserinde belirtildiği üzere, Hz. Osman’ın gelirinin yarısını almak üzere kurduğu mudarebe ortaklıkları (sermaye bir taraftan, iş ve emek diğer taraftan olmak üzere yapılan ortaklık) vardı.
Hz. Ali’nin uygulaması da seleflerinden farklı olmadı. Bir keresinde minberde hutbe verirken şöyle demişti: “Benim sizin malınızdaki hakkım, günde sadece iki tabak tirit yemeğidir.” İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’inde belirtildiğine göre, Hz. Ali hilafeti boyunca beytülmalden sadece iki parça elbise almıştı.
Emeviler dönemi
Emeviler döneminde humus uygulaması değişmeye başladı. Tarihçi Mes’udi’nin “Müruc ez-Zeheb” adlı eserinde anlattığına göre, çoğu Emevi halifesi devlet malını şahsi servetlerinin bir parçası olarak görüyordu. Muaviye bin Ebi Süfyan ile başlayan bu anlayış, Velid bin Abdülmelik ve Süleyman bin Abdülmelik dönemlerinde zirveye ulaştı.
Bu dönemde, humus gelirleri çoğunlukla saray ihtişamına, pahalı inşaatlara ve hanedan üyelerinin lüks yaşamına harcanıyordu. Şam’daki muhteşem Emevi Sarayı, binlerce hizmetkâr ve saray görevlisi, ipek halılar ve altın işlemeli perdeler, humus gelirlerinin nereye gittiğini açıkça gösteriyordu.
Ancak bu genel eğilime karşı duran bir isim vardı: Ömer bin Abdülaziz. O, halifeliği süresince (717-720) Raşid Halifelerin izinden gitti. İbn Abdülhakem’in biyografisinde anlatıldığına göre, halife olur olmaz kendisine intikal eden malları beytülmale iade etti. Eşi Fatıma’nın mücevherlerini bile hazineye bağışladı. Defterdardan bir işçinin günlük ücretini öğrendi ve kendisi için de aynı miktarda maaş belirledi: Günlük sadece dört dirhem.
Bir keresinde eşi Fatıma sormuştu: “Bu kadar az parayla nasıl geçineceğiz?” Ömer bin Abdülaziz gülümseyerek cevap vermişti: “İki seçeneğimiz var: Ya mütevazı yaşayacağız ya da adaletsizliğe ortak olacağız.”
Onun döneminde humus o kadar adil dağıtıldı ki, İslam tarihçisi İbnü’l-Cevzi’nin belirttiğine göre, zekât ve humus dağıtacak fakir bulunamaz olmuştu. Kuzey Afrika valisi bir keresinde merkeze şöyle bir mektup göndermişti: “Zekât ve humus dağıtacak fakir bulamıyorum, ne yapayım?”
Bu mektuba Ömer bin Abdülaziz’in cevabı şöyle olmuştu: “Köleleri azat et, borçluların borcunu öde, evlenmek isteyenlere yardım et.”
Abbasiler dönemi
Abbasiler döneminde (750-1258), Bağdat’ın görkemli saraylarında humus sistemi teoride korundu ancak pratikte önemli değişiklikler yaşandı. İslam tarihçisi İbn Kesir’in aktardığına göre, özellikle Harun Reşid ve Me’mun dönemlerinde hazine gelirleri ciddi boyutlara ulaşmıştı. İpek Yolu ticareti, tarım vergileri ve savaş ganimetlerinden elde edilen humus gelirleri, özellikle bilim ve sanatın gelişmesinde kullanıldı.
Bağdat’taki meşhur Beytü’l-Hikme (Bilgelik Evi), humus gelirlerinin önemli bir bölümü ile finanse ediliyordu. Burada Yunanca, Farsça ve Sanskritçe eserler Arapçaya çevriliyor, matematik, astronomi, tıp ve felsefe alanlarında çığır açan çalışmalar yapılıyordu. El-Harezmi, İbnü’l-Heysem, Cabir bin Hayyan gibi bilim insanları, humus gelirlerinden aldıkları destekle çalışmalarını sürdürüyorlardı.
Ancak aynı dönemde, sarayın ihtişamı ve halifelerin lüks yaşantısı da göz kamaştırıcıydı. Harun Reşid’in sarayında binlerce cariye ve köle çalışıyor, altın işlemeli kumaşlar kullanılıyor, her gece şatafatlı ziyafetler düzenleniyordu. Raşid Halifelerin mütevazı yaşantısı artık uzak bir hatıra haline gelmişti.
Endülüs dönemi
Endülüs Emevi Devleti’nde (756-1031) humus bambaşka bir boyut kazandı. İslam tarihçisi el-Makkarî’nin “Nefhu’t-Tîb” adlı eserinde belirttiğine göre, Kurtuba’da humus gelirleri özellikle eğitim, bilim ve kütüphanelerin geliştirilmesinde kullanılıyordu.
Kurtuba Halifesi III. Abdurrahman ve oğlu II. Hakem dönemlerinde, humus gelirlerinin büyük bir kısmı bilimsel çalışmalara aktarılıyordu. Kurtuba Kütüphanesi’nde, o dönemde Avrupa’daki bütün kütüphanelerin toplamından daha fazla kitap bulunuyordu. Tarihçi İbn Haldun’un kaydettiğine göre, kütüphanede 400.000’den fazla kitap vardı ve her birinin fihristi tutuluyordu.
Endülüs’te tüccarlar, humus olarak ayırdıkları paraların özel olarak bilimsel çalışmalar için kullanılmasını talep edebiliyorlardı. İpek tüccarı Ebu’l-Kasım el-Kurtubî’nin hikâyesi öğreticidir. Ebu’l-Kasım, her yıl kârının beşte birini Kurtuba Kütüphanesi’ne bağışlıyor ve bu paranın özellikle astronomi kitaplarının çevirisi için kullanılmasını istiyordu. Bir gün Ebu’l-Kasım’a sormuşlardı: “Neden özellikle astronomi kitapları?”
Cevabı anlamlıydı: “Çünkü gökyüzünü anlamak, Yaratıcı’yı daha iyi tanımaktır.”
Kurtuba’daki büyük bilimsel atılımların ardında, işte bu tüccarların ve zanaatkârların gönüllü olarak verdikleri humus katkıları vardı. Müslüman, Yahudi ve Hristiyan bilginler, humus gelirleriyle finanse edilen bu merkezlerde birlikte çalışarak insanlığın ortak bilgi hazinesine katkıda bulunuyorlardı.
Osmanlılar dönemi
Osmanlı İmparatorluğu’nda humus uygulaması, “pençik” adı verilen bir sisteme dönüştü. Tarihçi Halil İnalcık’ın çalışmalarına göre, savaş ganimetlerinin beşte biri devlet hazinesine ayrılıyor, bunun önemli bir kısmı eğitim, sağlık ve sosyal yardım kurumlarına aktarılıyordu.
Osmanlı’nın klasik döneminde, özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında, humus gelirleri vakıf sistemi aracılığıyla topluma dağıtılıyordu. İstanbul’daki büyük medreseler, imarethaneler (aşevleri), hastaneler ve kervansaraylar, büyük ölçüde humus gelirlerinden finanse ediliyordu.
Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethettikten sonra kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri, humus gelirlerinin eğitim için kullanılmasının en güzel örneklerinden biriydi.
Ancak imparatorluğun son dönemlerinde, özellikle 19. yüzyılda, humus sistemi büyük ölçüde bozuldu. Hanedan üyelerinin lüks harcamaları, saray masrafları ve batılılaşma adına yapılan gösterişli projeler, hazine kaynaklarını tüketiyordu. Abdülmecid döneminde inşa edilen Dolmabahçe Sarayı, 14 ton altın harcanarak yapılmıştı. Bu miktar, on binlerce fakir ailenin bir yıllık geçimini sağlayabilecek bir servetti.
Günümüz İslam dünyası
Günümüze geldiğimizde, İslam coğrafyasının liderleri humusun özünden tamamen uzaklaşmış görünüyor. Forbes dergisinin 2023 yılında yayınladığı rapora göre, Suudi Arabistan Kraliyet Ailesi’nin serveti 1.4 trilyon dolar civarında tahmin ediliyor. Katar Emiri’nin şahsi serveti 2.5 milyar dolar, Dubai Şeyhi’nin serveti ise 14 milyar dolar olarak belirtiliyor.
Körfez ülkelerinde kişi başına düşen gelir yüksek olsa da, gelir dağılımındaki eşitsizlik çarpıcı boyutlarda. Oxfam’ın 2023 raporuna göre, bu ülkelerde en zengin %1’lik kesim, toplam servetin %50’sinden fazlasına sahip.
Bir petrol zengini ülkenin hükümdarı, 500 milyon dolara satın aldığı Leonardo da Vinci tablosunu özel yatında saklarken, aynı coğrafyada milyonlarca insan yoksulluk içinde yaşıyor. Yemen’de her 10 dakikada bir çocuk açlıktan ölürken, komşu ülkelerin liderleri milyarlarca dolarlık saraylarında yaşıyor.
Daha da üzücü olanı, humusun anlamının bazı din adamları tarafından çarpıtılması. Bir fetva, “ihaleler karşılığında alınan rüşvet ve komisyonların dini temelli vakıf ve derneklere aktarılabileceği” yönünde bir görüş sunuyor. İhalelerden alınan bu payların halka ilan edilmesi gerekirken, gizli kapaklı kapılar ardında “evlatlara” teslim ettirilmesi ve uçaklarla yurt dışına kaçırılması bilinen bir durum.
Bu, Hz. Muhammed’in ve Raşid Halifelerin titizlikle koruduğu humus kurumuna vurulan belki de en büyük darbe.
Dr. Yüksel Çayıroğlu’nun araştırmalarına göre, Sünni fıkhında dar kapsamlı tutulan humus, Şii fıkhında çok daha geniş yorumlanıyor.
Sünniler genellikle humusu sadece savaş ganimetleri ve madenlerle sınırlarken, Şii âlimler, humusu kazancın her türlüsüne yaydı; madenlerden, tarladan, ticaretten… Ama Raşid Halifeler, bunu asla kabul etmedi. Hz. Ali’nin, “Zekât yeter,” diyerek humusu genişletmediği, tarihçi Musa el-Musevî’nin satırlarında açıkça görülüyor. Ömer bin Abdülaziz, Emevi servetini yetimlere dağıtırken, bir işçinin yevmiyesiyle geçindi. Bugünün liderleri ise servet dağlarının tepesinde, halkı vadilerde bırakıyor.
Tarih, unutulan dersleri tekrar öğretmek için tekerrür eder. Belki de günümüzde humusun özüne dönme zamanı gelmiştir. Medine’nin sıcak günlerinde temelleri atılan, Raşid Halifeler döneminde titizlikle uygulanan, Ömer bin Abdülaziz’in adaletle yücelttiği, Endülüs’te bilim ve sanata dönüşen humus, bugün yeniden keşfedilmeyi bekliyor.
Hz. Muhammed’in şu hadisi, belki de bütün yöneticiler için bir pusula olabilir: “Bizim bir işimizde çalışan kimsenin, hanımı yoksa evlensin, evi yoksa kendisine bir ev edinsin, bineği yoksa bir binek edinsin ve hizmetçisi yoksa bir hizmetçi tutsun. Kim bunlardan başka şeyler edinirse, o kimse kenz (mal stoklama) yapmıştır. Allah böyle bir kimseyi kıyamet gününe bir hain veya hırsız olarak getirir.”
Günümüz liderlerinin altın kaplamalı saraylarında, özel jetlerinde ve lüks yatlarında bu hadisi hatırlamaları, humusun özüne dönmeleri mümkün mü? Belki bir gün, tıpkı Ömer bin Abdülaziz gibi bir lider çıkacak ve “Bir işçiye yeten, bana da yeter,” diyecek.
O gün gelene kadar, humusun uzun yolculuğu, adaletten uzaklaşma hikâyesi olarak hafızalarda kalacak.
Belki de geleceğin liderleri, humusun sadece “beşte bir” değil, adaletin, paylaşmanın ve kardeşliğin sembolü olduğunu yeniden keşfedecekler. Medine’den başlayan o hikâye, bir adalet masalıydı.
Humus, yetimin ekmeği, yoksulun sığınağıydı. Şimdi bazılarında rüşvetin gölgesi mi dolaşıyor? Tarih, sessizce not alıyor; vicdanlar ise bu soruyu fısıldıyor: Hurma dallarının gölgesinden başlayan yolculuk, altın kulelerin gölgesinde nereye vardı? Cevap, belki o ilk ayette hâlâ duruyor: “Beşte biri Allah’a, Resûl’üne, yetimlere…”
Gerisi, insanın kendi imtihanı.