Hayat, çoğu zaman insana engeller sunar. Bazen bu engeller görünmezdir, bazen de doğuştan, gözle görülür bir şekilde hayatın tam ortasına yerleşir. Phyllis Lumley’nin hikâyesi, doğuştan gelen en büyük engellerin bile bir insanın azmi, sevgisi ve iradesi karşısında nasıl anlamını yitirdiğinin canlı bir ispatıdır.
Phyllis, dünyaya kolları olmadan geldi. Bir bacağı diğerinden daha kısa doğdu. Henüz hayatın başında, toplumun “yapamazsın” dediği her şey onun karşısına bir duvar gibi dikilmişti. Ama o, duvarları aşmanın yollarını sadece bulmakla kalmadı; onları sevgiyle, sabırla ve kararlılıkla yıktı.
Phyllis Lumley bir anneydi. Yedi çocuğu vardı. Kolları yoktu ama çocuklarına sarılmayı öğrenmişti; kalbiyle, sesiyle, şefkatiyle. Ayaklarını elleri gibi kullandı. Bebeklerini ayaklarıyla besledi, onların saçlarını taradı, kıyafetlerini ütüledi, nakış işledi. O sadece yaşamakla kalmadı; hayatı güzelleştirerek yaşadı.
1950’lerin İngiltere’sinde, onun günlük hayatını belgeleyen bir film yayımlandı: “Mother in a Million”. Ekranda Phyllis’i izleyenler gözlerine inanamıyordu. Çünkü orada eksik olan bir şey yoktu; orada sadece tam bir insan, eksiksiz bir sevgi ve sınırsız bir irade vardı.
Dünyanın ona sunduğu her engeli, ayaklarıyla, ruhuyla, sabrıyla aşan bu kadın bize bir şey öğretiyor: Engelli olmak, yetersiz olmak değildir. Hayatın bir kenarında durmak zorunda olmak değildir. Bazen, en büyük tamlık; eksik sayılan yerlerden doğar. Ve bazen bir annenin ayakları, milyonlarca kalbe dokunan bir mucizeye dönüşebilir.
Phyllis Lumley’nin hikâyesinin anlattığı, insanın gerçek gücünün bedeninde değil, ruhunda saklı olduğudur. İster kolların olsun, ister olmasın; sevebiliyorsan, koruyabiliyorsan, hayatı güzelleştirebiliyorsan, her şey mümkündür. Engeller, sadece dışarıdan bakıldığında var gibi görünür. İçeriden bakıldığında ise insan, uçsuz bucaksız bir güçtür.
Phyllis bize bunu gösterdi. İnsan, eksik sanıldığında bile tamam olabilir. Hatta, tamlığın en saf hali, bazen “eksik” gibi görünen yerden doğar.