Türk edebiyatının vefakâr arkeoloğu: Selim İleri

“Çok kırılgan bir yapım var. Kin tutmam ama çabuk kırılırım. Yazmaya başladığım anda hep o iç sızısı… Beni belirleyen bir şeydir. Yazdığım şeyin iyi olup olmadığına da baktığım vakit, o iç sızısı öne çıkamamışsa eksik kalmış gibi gelir.”
Yazar Selim Ileri Besiktas Belediyesi?nin organize ettigi 'Ustalara Saygi' gecesinde 60. yas gununu sevenleriyle birlikte kutladi. 04 Mayis 2009 / Mehmet Ali Poyraz

Hürrem Erman

Bazı insanlar vardır, bulundukları ortamın kıvamını onlar belirler. Bilinçli bir yönlendirme ya da mesafe ayarlaması değildir bu. Fıtratı, üslubu, hal ve kişiliğiyle kendiliğinden sebep olur buna. Selim İleri tam da böyle değerlerden. Eserlerine dair, neredeyse söylenmemiş cümle, yapılmamış tespit kalmamıştır. Bu nedenle bir ortamda İleri ile karşılaşırsanız, fark edeceğiniz ilk şey yazdıklarıyla inanılmaz derecede uyumlu naif ve kırılgan bir karakter olduğudur. İleri, ilk kitabından beri yazdıklarının her kelimesine sindirdiği o naif ve hassas yapıyı kişiliğinden damıtarak veriyor galiba. Betimlediği dünya, inşa ettiği karakterlerde ondan birer parça olduğu muhakkak. Ve sanırım bu içtenlik, kitaplarını bitirdiğimizde hissettiğimiz sızının kaynağı.

Bir sızı insanı Selim İleri. Bitmeyen bir özlem ve arayış… Enteresandır onunla konuşurken adeta bir kanundan düşük desibelli nağmeler çalınıverir kulağınıza. Kelimelerin ahenginin oluşturduğu imajiner bir doğal fon müziği eşlik eder. Dile kolay, sadece İstanbul ile ilgili 11 kitap. Baskıdaki bütün eserlerinin sayısından o da emin değil. Zihnini yoklamadan sayı veremiyor kesin olarak.

Yazar Selim Ileri Besiktas Belediyesi?nin organize ettigi ‘Ustalara Saygi’ gecesinde 60. yas gununu sevenleriyle birlikte kutladi. 04 Mayis 2009 / Mehmet Ali Poyraz

Sohbete, çocukluğundan başlıyoruz, zira bireyin yalnızlığına dair bu kadar sahici ve etkileyici cümleler yazan birinin çocukluğunda aramak lazım ipuçlarını. Kitapevi sahibi bir dede… Kentsoylu bir anne, Kıbrıs göçmeni, Zürih’te okumuş bir baba. Sağlık açısından sıkıntılı bir ilk dönem, hastalıklarla geçen çocukluk… Dışarıyı hiç göremiyor neredeyse. Askerlik dışında Anadolu’ya da gitmemiş. Roman tutkunu bir anne, üniversite öğretim üyesi bir baba… Sokak, park, oyun yok hayatında, kitaplarla hemdem bir çocuktur Selim İleri.

Reşat Nuri, ‘Kirazlar’ adlı hikâyesinde panjurları her daim kapalı, bahçe içindeki bir evde yaşayan yaşlı karı-kocayı anlatır. Hüzünlü bir öyküdür anlatılan. Ve kiraz hasretiyle hastalanıp vefat eden Zehracık’ın hazin sonu… Bu hikâyeyi okuduğunda çok etkileniyor Selim İleri, derin izler bırakıyor ruhunda. Yazma hissinin çıkış noktası belki de burası… Kitaplar ve radyo arasında bir çocukluk ve ilk gençlik yılları. Bilinçli olarak yazma isteği 11 yaşında tebarüz ediyor: “İstanbul Radyosu’nda, ‘Radyo Tiyatrosu’ diye bir saati vardı, perşembe akşamları… Tennessee Williams’ın ‘Sırça Kümes’ adlı oyunu radyofonize edilmiş. Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Çiğdem Selışık ve Genco Erkal. Dört ana kahramanı onlar seslendiriyorlar. Oyun beni çok etkiledi. Benim için galiba kader savrulması o radyo oyunuyla başladı.”

Yaklaşık 30 yıl sonra Yıldız Kenter’e anlatıyor bu anısını İleri, çok şaşırıyor Kenter ve öyle bir oyunu seslendirmediğini söylüyor. İsimleri teker teker sayınca ikna olup “Evet oynamışız.” diyor hayretler içinde.

Çok iyi bir radyo dinleyicisidir İleri, Ankara Radyosu’nun cızırtılı frekansında her cumartesi çocuk saati vardır, bunları kaçırmaz. Hava şartlarının fenalığına kurban gider bazı programlar ve üzülür küçük Selim. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu da onu etkileyen önemli eserlerden. Kalem ve defterle tanışma, yazmayı da beraberinde getirir.

Selim İleri, lise çağlarındadır artık. Bütün ülküsü romandır, bir tutkuya dönüşmüştür. Cumhuriyet’in sahibi Nadir Nadi, yayınlanan bir söyleşisinde özellikle edebiyat alanında genç yeteneklerine açık olduğunu söylemiştir. Bundan cesaret alır Selim İleri mektup üzerine mektup yazar Nadi’ye. Bir akşamüstü, koltuğunun altında ilk romanı Nadir Bey’in karşısındadır.  Nadi, karşısındaki heyecanlı genci tebessümle karşılar ve romanı bir ‘uzman’ arkadaşına okutacağını söyler. Emile Zola çevirileri yapan Hamdi Varoğlu’ndan başkası değildir bu uzman kişi.  Varoğlu, yazdıklarının on beş yaşındaki bir delikanlı için hiç fena olmadığını söyler ama bol bol temrin yapmasını, taslak karalaması gerektiğini salık verir. Ve üç yıl boyunca süren öğretmen-öğrenci, usta-çırak ilişkisi…

Yazdıkça ona götürür genç Selim; beş sayfa, on sayfa, birinci bölüm, üçüncü bölüm. Büyük bir sabırla okur Varoğlu, cümle yapılarını inceler, karakterleri nasıl oluşturacağına dair usta işi romanlardan örneklerle eşsiz nasihatlerde bulunur. ‘Karanlık Yüzlü Günün Aydınlığı’, ‘Oyun Bitti’, ‘Unutulmak’ bu dönemde yazılır ama çok pişman olacağı bir şey yapar İleri; yırtar atar bu çalışmaları! “Bugün olsaydı hâlbuki çok çağrışımları olabilecek bir şeydi. Büyük bir aymazlıktı…” diyor.

Bir ihtirasa dönüşmüştür romanını yayımlatma tutkusu. Cumartesi Yalnızlığı’nı pek çok yayınevine gönderir ama kimse ilgilenmez. Bir okul arkadaşıyla beraber roman yayımlatma hayalleriyle yaşar bir süre. İki eczane farkında olmadan sponsor olur bu ilk romana. Selim ve arkadaşı Naci, biri teyzesinin, diğeri babasının eczanesinden küçük miktarlarla para aşırıp biriktirmeye başlar. Ve Tarık Dursun K’nın ‘Acemi Güzellik’ dediği ilk kitabıyla başlar yazarlık serüveni. Hikâye, roman, şiir, deneme… Hemen her türde yazmaktadır İleri. Gençlik döneminde kitap ve radyo kadar beslendiği iki ana damar daha vardır aslında: Tiyatro ve sinema. Özellikle Galatasaray Lisesi’nde okuduğu dönemlerde çok iyi bir sinema izleyicisi olmuştur. Bugün artık olmayan üç salonun müdavimidir; Beyoğlu Lüks, Elmadağ Şan, Pangaltı İnci sinemaları… Bu üçgendeki tüm Türk filmlerini kaçırmaz, izler.  ‘Yönetmenler Çağı’ bütün ihtişamıyla örnek eserler vermektedir. Şehirdeki Yabancı, Haremde Dört Kadın ve Gurbet Kuşları filmleriyle Halit Refiğ, favori yönetmenlerindendir İleri’nin. Türk sinemasının kendini keşfetme ve yeni bir dil üretme dönemidir bu aslında. Ve enteresandır, İleri’nin hikâyeleriyle çok yakın bir ilişki vardır Yeşilçam melodramları arasında. Pek çok kitap kapağının adeta bir Yeşilçam filmi afişi gibi olmasının da sebebi budur belki de!

“Acı Hayat filmini hatırlıyorum, Metin Erksan’ın filmini. 14.15 matinesinde seyredip çıktım. Ve tamamen şuursuz bir şekilde geri dönüp, bilet alıp, tekrar o filmi seyrettiğimi hatırlıyorum. Nerden, nasıl döndüm, sinemaya nasıl girdim, nasıl tekrar bilet aldım? Hatırlamıyorum…”

Aslında derinlerindeki bir tutkunun daha yüzeye çıkmasından başka bir şey değildir bu durum. Sinemacı olamasa bile, onlarla olma isteği önü alınmaz bir noktaya ulaşır. 60’lı yılların sonu… Kemal Tahir’in evinde yönetmen Halit Refiğ ile tanışır. Biraz da, dönemin en önemli münevverlerinden olan Tahir’in onunla ilgili övgülerinden etkilenmiş olan Halit Refiğ, bu heyecanlı gence beklemediği bir teklifte bulunur: “Sinemanın gençlere ihtiyacı var, çalışmayı düşünür müsünüz?” Düşünmeden cevabı verir İleri: “Evet, çok isterim!”

Cumartesi Yalnızlığı henüz yayımlanmıştır ama senaryo tamamen farklı bir alandır ve bu konuda hiçbir altyapısı, bilgisi yoktur genç yazarın. Sadece seyirci olarak bilmektedir sinemayı. Refiğ, kısa süre sonra onu bir Fransız filmi seyretmek için çağırır. Uyarlamasını yazmasını isteyecektir. Fikret Hakan, Sevda Ferdağ ile tanışır. Sinemadan ilk parayı bir türlü bitmek bilmeyen bu filmden kazanacaktır! Aldığı avansın yarısını genç Selim’e vermiştir Halit Refiğ. Adaptasyon istediğini söyler ama…

“Halit Bey düşünüyordu… ‘Bunu yazacaksın, yerleri değiştireceğiz, uyarlama yapacağız, adaptasyon yapılacak…’ Bırakın adaptasyonu, ben teknik olarak sahne nasıl kurulur, nerde başlar, nasıl noktalanır, hiç, hiçbir şey bilmiyorum.”

Aradan zaman geçtikçe Halit Refiğ genç yazarın senaryoyu yazamayacağını anlar. Yapımcı, işlemeci sıkıştırmaktadır, gidilip mekân bile bakılmıştır fakat… Çaresiz, oturur kendi yazar senaryoyu… Cennetin Kapısı isimli bu filmi rahmetli Refiğ de tamamlayamaz ve Fikret Hakan birkaç yıl sonra filmi kendisi çekip bitirir…

Aslında Cennetin Kapısı, sadece hayal kırıklığıyla biten ilk senaristlik denemesi değildir İleri’nin. Aynı zamanda kamera arkasını da denemiş, maalesef yine yapamamıştır. ‘İkinci asistan’ olarak katılır Halit Refiğ’in yaptığı çekimlere: “Senaryo yazarlığım gibi, ikinci asistanlığım da berbattı. Şimdiyi bilmem ama o yıllarda sinemanın âdeta faşizan denebilecek bir düzeni vardı. O düzene, ast-üst ilişkilerine ayak uyduramazsanız sizin de ayakta durmanıza imkân kalmıyor. Kısacası, astın üste itaati şart. Durmadan tersini yapıyordum. Çekim ekibinin alay konusu olmuştum…”

Halit Refiğ, Atıf Yılmaz’ın senarist aradığını duyunca enteresan bir şekilde Selim İleri’nin ismini vermiştir. Yılmaz, tam bir ‘piyasa’ yönetmenidir ve eli ağırlığa asla tahammülü yoktur. O dönem rahmetli Ayşe Şasa yazmaktadır senaryoları ama ince eleyip sık dokuduğu için tahammül eşiğini aşmıştır Atıf Yılmaz’ın. ‘Eli çabuk’ birini aramaktadır Yılmaz ve Refiğ, “Çok yetenekli bir genç var.” deyip Selim İleri’yi tavsiye etmiştir. İkinci senaryo yazarlığı da akim kalır İleri’nin. Yağmurdan kaçarken doluya yakalanan Atıf Yılmaz da oturup kendi yazar senaryosunu ve ‘Günahsızlar’dır filmin ismi! Hakkını tamamen yememek lazım, Günahsızlar’a katkısı Cennetin Kapısı’ndan daha fazla olur İleri’nin, kendi hayal dünyasından birkaç şey katmıştır filme…

Ancak bu deneyimleri esnasında derin ve uzun soluklu dostluklar kurar genç yazar. Sinema ve tiyatro çevresinden önemli arkadaşlar edinir. Üçüncü maceraya gelince… Yeşilçam, çok fazla film ürettiği için özgün eserlerden daha çok adaptasyona yönelmiştir. Yine büyük yönetmenlerimizden Ömer Lütfi Akad, Graham Greene’in ‘Satılmış Adam’ını adapte edecek kalem aramaktadır. Atıf Yılmaz kimi tavsiye edebilir? ‘Yaralı Kurt’ isimli filmin başrolünde Cüneyt Arkın oynayacaktır. Yine dişe dokunur bir şey yazamaz genç Selim. Akad, durumu anlar ve senaryoya dair ilk öğretmeni olur Selim İleri’nin. Yaralı Kurt’taki katkısı çoktur bu nedenle. Akad, genç kalemin ismini senarist olarak yazar jeneriğe. İlk üç filminde, üç büyük yönetmenle çalışan böylesi bir gençle herkes çalışmak ister ve Zeki Ökten, ‘Kadın Yapar’ filminde onunla çalışır ama bu kez İleri filmi beğenmediği için ismini kullanmaz. 1973 yapımı yine Zeki Ökten filmi olan ‘Bir Demet Menekşe’ ise tam anlamıyla bir Selim İleri senaryosudur.  Artık aynı zamanda bir ‘sinemacı’dır İleri. 1986 yılına kadar devam eder senaristliği. Aralarında; Bir Yalnız Melek, Hiçbir Gece, Afife Jale, Seni Kalbime Gömdüm, Kırık Bir Aşk Hikâyesi, Seninle Son Defa gibi önemli filmlerin olduğu 20’ye yakın filmi yazar.

Bu nedenle onun için Yeşilçam bambaşka anlamlar ifade eder: “Çok başkaydı, çok… İmkânları son derece kısıtlı ama içtenliği sonsuz olan bir sinemaydı. Hatasıyla, sevabıyla, o çalışanları, set işçisinden en burnu büyük yönetmenine kadar, hepsinde kibirlerin ötesinde bir içtenlik vardı.”

Aslında Yeşilçam’ın bir sinemadan çok daha fazla anlam ifade ettiğini de yine Selim İleri’den bizzat öğreniyoruz. Ona göre ülkenin barış içinde yaşadığı bu dönemlere sinemanın katkısı büyüktü. Ne zaman ki klasik Yeşilçam zaafa uğradı, siyasî kutuplaşma ve terör aldı başını gitti: “Türk sinemasının altın çağı, aynı zamanda Türk siyasî hayatının da bir anlamda sulh devriydi. Türk sineması sadece bir sinema değildi. Aynı zamanda şefkat ve merhameti topluma vermek gibi bir yönü vardı. O devir Türk siyasî hayatının da bir anlamda sulh devriydi. Terör, kutuplaşmalar yoktu, büyük bir sosyal barış vardı. Yani ‘kaç eve Türk sineması merhamet ve şefkat getirmiştir’ diye düşünüyorum… ‘Sarkis Bey’ adlı, tesadüfen ahbap olduğumuz bir Ermeni kuyumcu dostum söyledi bana, o filmlerde yetişmiş, benden küçük elli yaşlarında, o filmlerle yetişmiş. Tam da o gençlik kamplaşmasının içine düşmüş biri ‘Beni ve ailemi, her şeyi, hepimizi kurtaran tek şey o Türk filmleriydi. O filmler için döktüğüm gözyaşı, insan hayatının kıymetini bana gösterdi.’ dedi.”

Bu cümlelerden sonra Selim İleri’nin melodram hakkında menfi düşünmesi bittabii düşünülemez: “Ben melodramın zararlı olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Tam tersi, iyi kullanıldığında, çok güzelleşebilecek bir şey, diye düşünüyorum. Çünkü o filmlerde içtenlik vardı.”

Elbette, bu dönemde kitap yazmaya devam eder İleri. Cumartesi Yalnızlığı’ndan sonra, 1971’de Pastırma Yazı, 75’te Dostlukların Son Günü, 80’de Bir Denizin Eteklerinde, 82’de Eski Defterde Solmuş Çiçekler ve 83’te Son Yaz Akşamı isimli öykü kitapları yayımlanır. Destan Gönüller, Her Gece Bodrum, Ölüm İlişkileri, Cehennem Kraliçesi, Bir Akşam Alacası, Yaşarken ve Ölürken, Ölünceye Kadar Seninim, Yalancı Şafak, Saz Caz Düğün Varyete, Hayal ve Istırap gibi romanları önemli okur kitleleri edinmesini sağlar. Anı, deneme ve inceleme alanlarında da eserler verir. Unutulmuş, sisli ve ince toz tabakasının altında kalmış değerleri edebiyatın o kristal prizmasından ele alıp hatırlattır adeta. İşte bu nedenle Yıldırım Türker bir yazısında onun için, “Türk edebiyatının vefakâr arkeoloğu.” diyecektir. Bu tespite büyük bir tevazu ile “Estağfirullah” diyor ve ekliyor İleri: “Ama gerçekten bir kazı biliminin Türk edebiyatında yapılması gerektiğine inanan bir insanım. Özellikle çağdaş Türk edebiyatında… Hani geçmişte ki belki daha fazla, hiç olmazsa bilimsel araştırmalar yoluyla araştırılmış ama Meşrutiyet, Tanzimat dönemlerinin bugün çok fazla bilindiğini düşünmüyorum. Açıkçası pek merak eden de yok gibi!”

Yalnızlığın soylu bir yönü var, hüznün asil bir çehresi olduğu gibi… Selim İleri, bugün gönüllü tercih edilmiş bir tecrit yaşıyor adeta: “‘Bugün hiç sokağa çıkmasam’, diye düşünüyorum hep. Hiç sokağa çıkmayayım, şu evin dört duvarı içinde kaybolup gideyim. Çıktığınız vakit, yalnızca trafik falan değil, insan yaşam biçimleri, çok yani demin ‘kent soylu’ dediniz. O kent soyun böyle delik deşik olması beni dehşet içinde bırakıyor. Teknoloji düşmanlığım, o da var ayrıca.”

“Acı veriyor değil mi?” diye soruyoruz ve yüzünde o naif ıstırap izleri beliriyor İleri’nin: “Acı ve ürküntü.” diyor fısıldayarak: “O insanlara da bu yırtıklığın saadet getirdiğini hiç düşünmüyorum. Bilmedikleri için öyle bir gürültü patırtı içinde sürükleniyorlar.”

Belki de gittikçe yalnızlaşan bir seyir halinde hayatı. Örneğin bir dönemin sinema âşığı, her filmi izleyen insanı, nicedir sinemaya da gitmiyor. Sebebi de pek çoğumuzun hissettiği ama pek kimsenin dillendirmediği açıklıkta: “Eski salonların eğimi, koltuk yapısı, perdesi. Hepsi hâlâ zihnimde taze. Atlas, Saray, Emek sinemaları… Ve şimdiki uçurum kılıklı salonlar… İlk sebep bu. İkincisi, bugünün filmlerinin içeriği. Günümüz sinemasının üslubu, dili, anlatım tercihleri o benim yetiştiğim Yeşilçam Sineması’na yakın gelmediğinden. En değerli bir filmin bile bir perisel dünyası, rüya dünyası. O yok artık; ya çok ağır, benim pek gülemeyeceğim tarzda mizahlarla dolup taşan ağır komedi filmleri ya da bir tür ideolojik anlayışla yapılmış filmler. Beni hiç çekmiyor. En son bundan 3-4 sene önce Arsen Gürzap ile birlikte Site Sineması’nda bir film izleyelim, dedik. Tabii onlar alışmışlar karı-koca durmadan o sinema senin bu sinema benim, gezmeye. Ben ilk defa gidiyordum. Salonun üst katı, dimdik bir yokuşa dizili koltuklar. Onlar rahatça izlerken, ben,  ‘şimdi buradan aşağı uçacağız’ endişesiyle ödüm koptu.  Filmin yarısını anlamadım bile. Onun için evde videoda falan seyrediyorum. Ama onlardan daha çok eski şeyleri, eskiden sevip, hayranlık duyduğum yerli veya yabancı filmleri seyretmeyi tercih ediyorum.”

Çok fazla yormak istemiyoruz usta yazarı ama hâlâ aktif olarak yazan birisinin beslendiği kaynakları da sormamak olmaz. Mesela hâlâ çok kitap okuyor mu Selim İleri?

“Kesinlikle! Okumak, beslenmek demek. Akünün dolması gibi bir şey… Bazı yazarlar bir şey yazarken, ısrarla kendileri kalsın arzusuyla başka kitap okumazlar. Böyle bir şey yapmıyorum. Tam tersine, yazdığım şeye yakın olan, hatırladığım birtakım eserler varsa onları yeniden okumayı, bir anlamda onlardan beslenmeyi, hatta gerekiyorsa etkilenmeyi tercih ediyorum. Yani ‘sanatta etki yoktur’ büyük bir palavradır. Sanatta etki vardır ve güzel bir şeydir bu. Sanat bir devridaim işidir. Bir tür devamdır. O açıdan okumanın çok zorunlu bir şey olduğunu, gerekli olduğunu düşünüyorum.”

Bu ülkede sadece kitap yazarak maişetini temin etmek pek mümkün değil. Yazıyla ekmeğini kazanan yazar sayısı bu nedenle çok azdır. Selim İleri’nin hayat hikâyesinin bu yönü de enteresan: “1968’de Cumartesi Yalnızlığı’nın hemen ardından, tabii o zaman evden de yardım görüyordum ama hemen ardından hukuk fakültesini bıraktım. Tabii gençliğin de verdiği bir gözü karalık vardı. ‘Ben nasıl geçineceğim?’ sorusunu hiç sormadım. Varlıklı bir aileden gelmiyorum. Kent soylu ama varlık hiç yok. Orta hallinin de orta hallisiydik. Gözü kapalı bıraktım ama kısa süre sonra beni sahiplenen, yazdıklarımı takip eden bir okur kitlem oluştu ve onlar yaklaşık 50 yıldır bırakmadılar beni. Bu nedenle büyük gönül borcum var o insanlara. Tabii senaryoculuk, TV programcılığı gibi yan destek işlerim de oldu. Gerçi hepsi yazmakla ilgili şeylerdi. Ömrüm boyunca yazmak dışında hiçbir işle uğraşmadım. Ve galiba Hüseyin Rahmi’yi filan saymazsak bu alanda ilk olduğumu söyleyebilirim. Diğer pek çok yazar, öğretmen, eczacı, mimar gibi başka işlerle geçimlerini sağlamış.”

Tabii kanaatkârlık ve mütevazılığın da bundaki etkisinin önemli olduğunu biliyoruz. 12 yıl boyunca 35 metrekarelik bir çatı katında yaşamaya razı olmak gibi.

Yazar, yalnızlığı sevmek bir yana, yalnız olmadan yazamıyor. O nedenle evlilik yapan sanatçılara, yazarlara hayranlık duyuyor: “Büyük cesaret olarak görüyorum sanatçının evliliğini. Çünkü ister yazar, ister sinemacı, ister tiyatrocu olsun, ego şişkinliği olur. Bunu inkâr etmenin anlamı yok. Fakat sanatın kuma kabul etmediğini de düşünüyorum. Bu sebeple maalesef uzun sürmez sanatçı evlilikleri. Yaptığı iş hayatını o kadar doldurur ki, başkasının derdini artık idrak edemez olur. Belki onu yazsa edecek. Ama yaşarken onu bir problem olarak görür.”

İstanbul, Selim İleri ile apayrı anlamlar ihtiva eder. İstanbul içerikli yazı ve kitaplarının kendi iradesi dışında geliştiğini şaşırarak öğreniyoruz: “Rahmetli Çetin Emeç, Hürriyet Pazar dergisinde ‘İstanbul yaz’ falan demişti. İlk orada başladım. Sonra o devam etti. İnsanlar hayret edilecek şekilde, İstanbul’a ilgi duyuyor. Yalnız burada oturanlar değil, Anadolu’da oturanlar da İstanbul’la çok ilgililer. Öyle bir okuyucu oluştu. İşte bugün de hâlâ devam ediyor. Ama artık biraz değiştireyim onları, diye düşünüyorum. Yazılacak da. Dokuz cilt yayımlandı, bir onuncu kitap var. Artık ondan sonra bırakayım düşüncesindeyim.”

Beslendiği menfezlere bu kadar yaklaşmışken, yazmaya başladığı anda hakim olan hislerden bahsetmesini rica ediyoruz, enteresan bir tanım kullanıyor: “İç sızısı.” Bu kadar değil tabii: “Çok kırılgan bir yapım var. Kin tutmam ama çabuk kırılırım. Yazmaya başladığım anda hep o iç sızısı… Beni belirleyen bir şeydir. Yazdığım şeyin iyi olup olmadığına da baktığım vakit, o iç sızısı öne çıkamamışsa eksik kalmış gibi gelir.”

Evinde, kitapları ve daktilosu ona eşlik ediyorlar. Kitaplarından damlayan iliğine kadar hüzün ve ipince bir sızı satırlarının sahibinin başka türlü yaşaması zor elbette. Ve teknolojiye olan mesafe. Evet, hâlâ daktilo ile yazan ‘dinozor’ bir kuşağın son temsilcisi İleri. Geçtiğimiz yıl Türkan Şoray bir bilgisayar hediye ediyor yazara. Bir dostundan özel kullanma dersleri de almasına rağmen ısınamıyor soğuk siyah camlı alete. Onun daktilo ile ilişkisinin kökeni o kadar derinlerde ki: “İki daktilo vardı evde. Birisi babamın daktilosuydu. İkinci daktilo daha eski bir şeydi. On bir-on iki yaşında falan daktilo da çalışıyordum.” Günümüz yazarlarının yazıyla kurdukları ilişkide pek çok sıkıntı ve sorunla karşılaştığı malum. Ancak Selim İleri gibi yazarların dertleri bambaşka: “Daktilo üretimi durduruldu epeydir. Ancak esas sıkıntı daktilo şeridi üretiminin durmasıyla başladı. Londra’da hâlâ daktilo kullanan birtakım pimpirik ihtiyarlar varmış, onlar için hususi bir atölye var. Oradan ısmarladım. El yapımı şerit… Biraz pahalıca ama epey havalı da, üzerinde ‘Mr. Selim’ filan yazıyor. Bir de nostaljik olarak dünyada daktiloya dönüş var, filan deniliyor. Şimdilerde 10 tane filan yedek şeridim var. Zaten Allah ne ömür verdiyse, önümde de çok büyük bir zaman kaldığını düşünmüyorum.”

“Allah uzun ömürler versin” dua ve temennisiyle madem konu yaşlılıktan açıldı, yalnızlık ve mutsuzlukla ilgili bir şeyler söyleyebilir, diye sözünü kesmiyoruz İleri’nin: “İyi kötü 65 yaşıma kadar geldim. Nadirdir çok mutlu olduğum. Mutlu olduğum vakit, hep başkalarının mutsuzluklarını hatırlayıp, suç işlemiş gibi hissederim kendimi. Bir başkasının hüznüne şahit olmak, kendi mutluluklarınızın çok da hak edilmiş olmadığını düşündürtüyor. Bu, yaradılıştan gelen bir şey… Elbette hayatımda neşeli olduğum zamanlar oluyor ama iç dünyam hep kırık ve hüzünlüdür. Ve eylemlerinde insanların hep hüznünü, acısını, çektiği sıkıntıyı onlarla çok çabuk özdeşleşirim ve yazmayı da galiba hep tercih ettim.”

Çocukluğundan beri, tentesine gerili olan hüzün, burukluk ve sızı ile artık çok daha dingin ve sakin sularda yüzüyor sanki Selim İleri’nin ruhu. Dış dünyayla arasına ördüğü yüksekçe ve kalın duvarlar arkasında mutsuz değil şüphesiz ama hep derin bir iç çekecek gibi duruyor karşımızda büyük usta. Hani o Ay Işığı’nda dediği gibi: “Gitgide siliniyor o eski zaman evi… Çardaktaki beylik hanımeli, bahçedeki paslı kova… Körüklü radyo, o şarkı… Dönerken, bir burukluk kalırdı… Hep o burukluk.. O ev… Kırık pancuru gıcırdıyor rüzgârda…”

Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.