Nahid Takizade (Farhadi)
Azerbaycan’ın büyük ve ünlü şairi Seyid Azim Şirvani, Azerbaycan’ın Şamahı şehrinde doğmuştur.
Seyyid Azimin “Divan Şiirleri Külliyatı”, 1312 ve 1315 hicrî yıllarında, Tebriz’de “Mirze Ahmed Basiretin hattıyla”, iki cilt halinde basılmıştır.
Mevlana, Fuzuli ve Cami gibi büyük şairlerin eserlerinden Türkçe’ye çevirileri bulunmaktadır.
Seyid Azim de diğer büyük şairler gibi kendine özgü bir iç dünyaya sahipti ve kalbinin sesini ahenkli kelimelerle ifade ederdi.
Şiirlerini Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde yazmış, eserlerinde daha çok ayrılıktan, feleğin siteminden ve hasetçilerin iğnelemelerinden şikâyet etmiştir.
Bu girişin ardından, aşağıda şairin varoluşsal derinliğini gösteren bir beytine yer verilmiştir.
Çünkü bu beyit, onun “canının derinliklerinden” kopup gelmiştir ve biliriz ki, kalpten çıkan, yine kalbe dokunur :
Zahid meni aldatma, cehennemde od olmaz
Onlar ki yanırlar, odu burdan aparırlar
(Ey Zahit, beni aldatma, cehennemde ateş olmaz;
Orada yananlar, ateşi buradan götürürler)
Her insanın içinde kendine ait bir âlem vardır ve insanın bu iç âlemine, onun varoluşu (egzistansı) denir.
Bu dünyada “varoluşa” sahip tek canlı insandır.
Ne bir ağacın, ne bir sandalyenin, ne de taşın… hiçbirinin varoluşu yoktur.
İnsan bir iç âleme sahiptir ve bu iç âlem sürekli bir değişim halindedir.
Bu yüzden insan, “Ona has bir varoluş tarzı vardır.” “özel bir yaşama biçimine” sahiptir;
bir “cani” olma imkânı olduğu gibi, bir “peygamber” olma imkânı da vardır.
Dolayısıyla insan, bir “imkândır”. Aslında “insanın kendine özgü var olma biçimi,” onun varoluşsal kimliğidir.
Cesaretle söyleyebilirim ki, Seyid Azim Şirvani sadece bu tek beytiyle bile, varoluşçu bir şair olduğunu göstermektedir.
O, tam olarak insanın “can”ının hallerini dile getirmekte ve ifade etmektedir.
Şair, “zahide” şöyle seslenir :
Ey zahit, ölümden sonraki dünyada, bir cennet ya da cehennem yoktur.
Cehennem ateşinde yananlar, o ateşi bu dünyadan kendileriyle birlikte götürürler.
Yani herkes, kendi canı ve ruhu vasıtasıyla, kendi cennet ve cehenneminin mimarıdır.
Ben, kendi cennetimi bu fani bedenimle inşa ederim…
Peki, nasıl? Böylece:
Bu fani bedenim, ruhumun tekâmülü ve yücelmesi için çabalar.
Peki, yol hangisidir? Ben ne kadar “insanca” yaşarsam, o kadar ruhsal yüceliş bulurum.
Ne kadar ahlaklı olursam, ruhumun zenginliği o kadar artar.
İlmim ve farkındalığım ne kadar çok olursa, ruhum o kadar büyür ve huzur bulur.
Ruhumun cilası, iyi olmakta, erdemde, bilgide ve farkındalıkta gizlidir. Ve ben cennetimi işte böyle inşa ederim…
Peki ya cehennem?
Cehaletim,
Benim kötülüğüm, Benim günahım, insanlık dışı yaşamım, varoluşsal cehennemimin ateşini körükler.
Ruhu en aşağı mertebelere çektiğimizde, kendi ellerimizle ruhumuzun cehennem ateşini harlarız ve onun yakıcılığı ruhu sarıp sarmalar.
İnsan böyledir…
İnsan bir imkândır…
İnsan bir varoluştur…
Görüyorsunuz değil mi? Seyid Azim Şirvani, konuyu ne kadar da derinden kavramış:
Ruhsal acı, bedensel acıdan binlerce kat daha ağırdır.
Tıpkı rüyada çektiğimiz azabın, uyanıkken çektiğimiz azaptan katbekat zor olması gibi.
Rüya âleminin hazzı da uyanıklık âleminin hazzından katbekat daha fazladır.
Bizim dünyamız, cisimler dünyası değil, canlar ve ruhların dünyasıdır.
Acı, ıztırap ve haz, aslen, canı yaralar ya da ona keyif verir.
Ve Seyid Azim bunu iyi anlamıştır: canları yakan ateşin, insanların bu fani dünyadaki eylemlerinden ve davranışlarından kaynaklanır.
Çok iyi idrak etmiş. Kendi varoluşsal hallerinin o kadar farkındadır ki, böyle bir beyit ortaya koyabilmiştir.
Aksi takdirde, zihninin, vicdanının ve iç âleminin farkında olmayan biri, böyle bir şaheseri nasıl yaratabilir?
Belki de onun bir diğer işareti de şudur:
Maddi âlemimiz ve bu dünyadaki yaşantımız, ruhumuza ve canımıza renk verir.
Ve biz ölüm anında, ölümsüz olan bu canı ve bu bilinci, kendimizle birlikte maddi olmayan bir âleme götüreceğiz.
O zaman kimimiz ateşle kavrulmuş bir canı, kimimiz ise varlığının çiçekleriyle bezenmiş hoş kokulu bir canı götürecektir…