Tüm zamanların hasret dolu sesi: Ahmed Arif

Ahmed Arif’in edebiyata ilgi ve sevgisinin artmasında, bu dönemde aynı okulda öğretmen olarak çalışan Gündüz Akıncı, Cahit Külebi ve Behçet Necatigil’in önemli etkileri olmuştur.

Yıldız Canpolat İstanbul

Ahmed Arif için bugüne kadar sayısız yazı yazıldı, hakkında çok güzel sözler söylendi. Onun hakkında yeni ve özgün bir şeyler söylemek gerçekten zor. Ahmed Arif, sadece bir şair değil, kelimeleriyle ritim yaratan sezgisel bir ozandır. Dizeleri, hem başkaldırının hem de derin bir sevdanın taşkınlığıdır. Asi ruhu ve sevdayla dolu ifade tarzı, yalnızca yaşadığı dönemin değil, tüm zamanların özünü yansıtır. Zamana direnirken zamandan bağımsız duran şairin sözcükleri, kendisinin ötesine geçerek bir cesaret eyleminin, bir aşkın ve mücadele ruhunun gür sesi hâline gelir. Şiirleri yereldir, gurur duyduğu kendi köklerinden alabildiğince beslenir ama evrenseli de olabildiğince kucaklayan bir dinamiğe sahiptir. Diyarbakırlı şair, bir diğer deyişle “Kerküklü Ahmed”, yaşamı boyunca hayatı son derece ciddiye aldı..

Varlığının İzinde

Asıl adı Ahmed Hamdi Önal olan Ahmed Arif, 23 Nisan 1923’te Diyarbakır’ın Hançepek semtindeki Yağcı Sokak 7 numaralı evde dünyaya geldi. Hayatı birçok acı, kayıp ve mücadele ile iç içe geçen bu şair, Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olmuştur. Köklü bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Ahmed Arif’in babası Arif Hikmet, Osmanlı’nın hizmetinde memur olarak çalışırken annesi Sare Hanım, devrin ulemasından Şeyh Abdülkadir Cibrali’nin kızıydı. Arif, sekiz kardeşin en küçüğü olarak dünyaya geldi. Ailesinden söz ederken, “Anamı görmedim,” der. “Anam Irak sınırındaki Erbil şehrinden. Yedi dayımı meşhur İngiliz casusu Lawrence’in kiralık katilleri öldürdü. Babam Arif Hikmet Kerküklü. Ben bebekken anam ölmüş,” diye özetler. Ancak yüreğindeki bu boşluk, gelecekte yazacağı şiirlere ilham veren ilk kaynak olacaktır. Babası Siverek’e nahiye müdürü olunca Siverek’e göç ederler. Ahmed Arif o zamanlar dört ya da beş yaşındadır. Babası daha sonra Harran’a kaymakam olur. Ortaokulu Urfa’da bitirir.

Ahmed Arif, çocukluğundan itibaren adalet arayışında ve haksızlığa asla tahammül edemeyen bir karaktere sahipti. Sevdiklerine yönelik bir tehdit söz konusu olduğunda, bu duygu daha da derinleşiyordu. Farklı bölgelerde yaşamanın etkisiyle ata binmeyi, silah kullanmayı (en iyi silahı sapan ve çok iyi bir nişancıdır) öğrenmiş, Arapça, Zazaca ve Kürtçe gibi dillere hâkim olmuştu. Kerküklü Ahmed’in çocukluk anıları, etnik kimlik tartışmaları ve dostluk üzerine önemli bir kesit sunar. Bir gün oyun oynarken, farklı etnik kökenlerden gelen üç adamın arasındaki tartışmaya tanık olur. Adamlar, Ahmed’in kimliğini belirlemeye çalışırken biri “Bu çocuk Arap,” der, diğeri “Hayır, bu çocuk Kürt!” diyerek karşı çıkar. Üçüncüsü ise “O ne Arap ne de Kürt, bu çocuk Zaza!” diyerek iddiasını sürdürür. Çocukların masum oyunu birdenbire yetişkinlerin kimlik sorunlarına dönüşmüştür. Adamlar, anlaşmazlıklarını gidermek için bir esnafa danışır ve esnaf, “Yanıldınız, bu çocuk Türk,” diyerek tartışmayı sonlandırır. Bu anekdot, etnik kimlik meselesinin ötesinde, onun yalnızca kendi kimliğini değil; aynı zamanda insanların yaşadığı derin ayrımları anlamamıza yardımcı olur.

Daha sonra yapılan bir röportajda, Ahmed, kendi için kavga etmediğini, ancak arkadaşları için her zaman mücadele ettiğini söyler. Bu sözler, onun dostlarına duyduğu derin bağlılığı ve hayata karşı duruşunu net bir şekilde ortaya koyar. Kadim dostluk onun için çok kıymetlidir. “Birisi sana hakaret ederse, ben seni yeni tanımış olsam bile onunla kavgaya tutuşurum,” diyerek başkalarının yanında olmanın ve adaletin savunucusu olmanın önemine de dikkat çeker.

Çocukluk yıllarından itibaren şiire ilgi duyan Ahmed Arif, ortaokul yıllarında halkevine gelen bütün dergileri takip etmiştir. Bu dönemde Faruk Nafiz Çamlıbel, Nâzım Hikmet ve André Gide’yi okumaya başlayan şair, Afyon Lisesi’nde yatılı olarak öğrenim görür. Babasının oğlunu Afyon’a göndermesinin ilk sebebi, ağabeyi Muhammed Necati’nin o bölgede öğretmen olması ve arkadaşlarının bulunmasıdır. Ancak asıl neden, Diyarbakır’daki arkadaşlarının “tuzu kuru” ve iyi aile çocukları olmasıdır. Babası, bu durumun onun okuma isteğini etkileyeceği endişesiyle, “Oğlum burada ya kaçakçı ya da gangster olur. Bu ortamda ya öldürülür ya da arkadaşlarına uyum sağlamak zorunda kalır,” düşüncesiyle bu kararı almıştır. Aslında bu durum, onun edebi kimliğinin oluşumuna vesile olmuştur.

Ahmed Arif’in edebiyata ilgi ve sevgisinin artmasında, bu dönemde aynı okulda öğretmen olarak çalışan Gündüz Akıncı, Cahit Külebi ve Behçet Necatigil’in önemli etkileri olmuştur. Ahmed Arif, lise yıllarındaki edebiyat ortamını bir röportajında şöyle dile getirir: “Bizim için Gündüz Akıncı büyük bir şanstı. Bize ders kitabından çok roman okuturdu. Lisede ben André Malraux’yu, Max Beer’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Gustave Flaubert’i, özellikle de Emile Zola’yı okudum hep. Gündüz Hoca, öğretmenler kurulunda bir karar aldırmıştı: Her çocuk gece etütlerinde roman okuyabilir diye. Nöbetçi hocalar karışmazlardı. Ama roman okuyan mutlaka bir özet çıkarırdı. Gündüz Hoca takip ederdi. Diyeceğim, liseye bir Faruk Nafiz hayranı olarak geldik, bir edebiyat hazinesine düştük.”

Genç şair, lisenin son sınıfında öğrenciyken şiirlerini art arda dergilere yollamaya başlar. Henüz toplumcu-gerçekçi şiir anlayışına ulaşmadan evvel kaleme aldığı gençlik dönemi şiirlerinden, dönemin popüler ilmî, fikir ve sanat mecmuası Millet’te yayımlanan “Yollarda” ve aynı dönemlerde Dikmen dergisinde yayımlanan “Selâm” gibi birçok şiiri daha sonra hiçbir yerde yayımlanmaz ve bilinmez.

Selâm

“En çok sevdiğime… Issızlığında bu esmer bahçelerin bekler bir uzağın sevgilisi. Ve terk edilmiş bir delikanlının akşamlar sonu melankolisi. Yeşil ötesinde malihulyanın cennetlere hicret… Duâ ve ilham, kirpiklerimi ıslatan lâhzanın karanlık ruhundan ebede selâm! Ve yorgun eriyişinde bulutların kimsesiz bâkirelerin yası… Sıcak yarasıyla bir çocuk kalbinin bakır cehennemlerde sızlaması… “

Okuduğu ve etkilendiği dönemin şairlerinin izinden giderken bir yandan da kendi rengini bulmaya çalışır. 1943 yılında Afyon Lisesi’nden mezun olan Ahmed Arif, askerliğini İstanbul Riva’da yapar. Ardından 1947’de Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okur. Şiir dili esasında o yıllarda oluşmaya başlar. 1944-1955 yılları arasında dönemin çeşitli dergilerinde şiirlerini yayımlamaya devam eder ve artık Nâzım Hikmet çizgisinde gelişen kendi sesini bulmuş bir şairdir.

Sonraki yıllarda Cemal Süreya, Ahmed Arif’in şiir dilini, oldukça şiirsel bir betimleme ile Nâzım Hikmet’in şiirleri ile kıyaslayarak şu cümlelerle değerlendirir: “Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet’in de içinde bulunduğu bir çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan ‘büyük ve bereketli bir ırmak’ gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, ‘âsi’ dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. ‘Daha deniz görmemiş’ çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu hırs), keskin bir parıltı vardır.”

Cemal Süreya’nın bu tespiti çok haklıdır. Ahmed Arif’in mısralarında Mezopotamya’nın tüm bileşimini duyabilirsiniz; başka bir deyişle, Ahmed Arif, Anadolu kültür harmanının en iyi demleyenlerinden biridir.

Ataol Behramoğlu ise, Ahmed Arif’in şiirleri için “Ahmed Arif’in şiirinde biraz Yunus, biraz Pir Sultan vardır,” demişti. “Dizelerinde bir tek kişinin değil, sayısız insanın sesini duyarız. İnsanca kederli, insanca sevecen, insanca tutkulu, öfkeli ve özlemli bir ses. Yoğun, derin ve sımsıkı” sözleriyle değerlendirmiştir. Behramoğlu, Ahmed Arif’in edebiyat ile halkın sesini ustalıkla harmanlamasına derin bir tanım yapmıştır.

Oysa kendisini tanımlarken; “Büyük değilim. Halkımın sade ve mütevazı bir ozanıyım. Bunu içtenlikle savunuyorum ve bundan onur duyuyorum. Bazı kişiler, ‘Son elli yılın en iyi kitabını ben yazdım,’ derken, ben kendi alçakgönüllülüğümle şu soruyu soruyorum: Nâzım Hikmet’in memleketinde böyle laflar edilebilir mi?” sözleriyle tevazusunu içtenlikle dile getirir.

Kendisi de belirttiği gibi, o şiir üzerine hiç yazmamıştır. Ancak, onun şiirleri hakkında pek çok şair ve yazar birçok şey söylemiş ve yazmıştır. Hatta sadece onu konu alan kitaplar bile kaleme alınmıştır.

Yaşam yolculuğuna devam edersek, 1948 yılında “Palmiro” adlı şiiri nedeniyle bir provokasyonla tutuklanır. Beraat edecek olsa da, o yarım kalan şiirini tamamlayamayacaktır. Bu dönem, devletin sansür ve baskı uygulamalarının en yoğun olduğu zamanlardandır. Zira sonraki yıllarında da yakasını bırakmaz.

Özellikle, Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” adlı şiiri henüz yayımlanmadan, dilden dile dolaşmaya başlar. Şiirin el yazısı kopyaları hızla yayılırken, polis bu durumu öğrenerek Arif’i gözaltına alır. Sabaha kadar işkenceye uğrar ve “Şiiri oku!” baskısıyla karşılaşır. Ancak Arif, inatla “Ölürüm de okumam!” diyerek direnir. İşkencelerin ardından, yaralı bedeni, Ankara Atatürk Spor Salonu’nun etrafını çevreleyen tel örgülerle çevrili boş bir arsaya atılır. Sokak köpekleri, onun yaralı bedenini koklayarak yaklaşır ve köpeklerin parçalamaktan korkması nedeniyle zor bir durumla karşılaşır. Sonunda, sabah çöpçüleri tarafından bulunur ve haftalarca tedavi görmesi gerekir.

1951-1952 yıllarında sol düşünceye sahip şair, yazar ve entelektüellerin gözaltına alınması ve tutuklanması sürecinde, 1951’de İstanbul’da 48 kişinin tutuklanmasının ardından ikinci gözaltı sonrası Ahmed Arif de çıkarıldığı mahkemede tutuklanır. İki sene hapis, 8 ay Urfa’da kalebentlik cezası kesilir. İstanbul’daki Sansaryan Han’a götürülür (“Komünist Tevkifatı” dönemi). Devlet, baskıcı yöntemleriyle yüz yüze gelen birçok sanatçı ve düşünce insanına katı bir şekilde muamele eder. Babasının ölüm haberini alır ama hapistedir, cenazeye katılamaz ve çaresizdir. O çaresizliği şiirlere döker:

“Haberin var mı taş duvar? 

Demir kapı, 

kör pencere, 

yastığım, ranzam, zincirim, 

uğruna ölümlere gidip geldiğim 

zulamdaki mahzun resim. 

Görüşmecim yeşil soğan göndermiş,

 karanfil kokuyor cigaram. 

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…”

Yıllar sonra yine bir söyleşide hücre günlerinden etkilendiği bir anısını anlatır: “Yıl 1952, Sansaryan Hanı’nda hücredeyim. Küçük bir kibrit parçası buldum. Bir çöp onunla duvara çizgiler çizdim. Böylece bir takvim yaptım kendime. Tam 128 gün saydım. Bulunduğum yerde güneş doğmuyordu. Devamlı elektrik yanıyordu. O da çok kısık. Sağımdaki hücrede Orhan Suda, 8 numarada ise Muzaffer Arabul kalıyordu. Solumda ise Zeki Baştımar ile Kemal Ergin vardı. Han’da çalışan temizlikçi bir kadın vardı. Bir gün bir fırsatını buldu, geldi. ‘Senin adın Ahmed mi?’ diye sordu. Çok yavaş, fısıltıyla. ‘Evet’ dedim. Kadın gitti ertesi gün bir kese kâğıdında iki salkım üzümle geldi. O üzümü yiyemedim, kaç gün öylece kaldı bilmiyorum. Ve hüngür hüngür ağladım. Bunu kim yollamıştı? Bir anne mi, bir abla mı, bir arkadaş ya da sevgili mi?” Bu sayfalara sığmayacak kadar çok ve ağır olan hücre günlerinden pek çoğunu okurken ve dinlerken, orada kimlikten bağımsız, yalnızca salt insanın varlığına dair ve yaşamın içindeki tüm kavramların bir mum ışığı kadar umutla ve avaz avaz bir isyanla yeniden ve yeniden sorgulandığını görmemek ya da hissetmemek imkânsız.

38 aylık zorlu bir tutukluluk sürecinin ardından 7 Ekim 1954’te tahliye olur. Ankara’ya geri döner. Bu yüzden okulu bitiremez, yarım kalır. Dışişleri Bakanlığı bir sınav açar, Ahmed Arif sınavı kazanır. Yurtdışına yollanacaktır ama “Palmiro” şiiri yüzünden daha önce tutuklandığı için işe alınmaz. Bir süre iş de bulamaz. O yılları anlatırken şöyle der: “Sürünüyordum, birçok işe girdim çıktım, bir ara Abidin Dino bir fotokopi işi ayarladı onu yaptım. Sonra 16 lira maaşla kömür işine girdim fakat hangi işe girersem gireyim polis peşimi bırakmıyordu.” Giderek çetinleşen yaşam koşullarına rağmen, bu deneyimler onun düşünce özgürlüğü mücadelesinden asla vazgeçirmedi, şiir ve edebiyat aracılığıyla derin muhalif kimliğini hep korudu ve “Terk etmedi sevdan beni” diyerek şiirler yazmaya devam etti.

1956-1977 yılları arasında “Öncü”, “Medeniyet”, “Halkçı” gazetelerinde çalışır. Düzeltmenlik, sekreterlik yapar. Kimi zaman imzasız yazılar da yazar. Kendi deyişiyle “şiir” üzerine hiç yazmamıştır. 

Arif, dilin gücünü tüm yaşanmışlıkları ile besleyip sonuna kadar kullanarak toplumun sesi olur. Yürek sesini satırlarına nakşederek, şiirlerini 1968’in aralık ayında “Hasretinden Prangalar Eskittim” başlıklı kitapta toplar. Bu, şairin yaşarken yayımlanan tek kitabı olur. Bu şiirler, Ahmed Arif’in 1947 ile 1959 yılları arasında kaleme aldığı şiirlerden oluşur. Ahmet Oktay kendi kitabında Ahmed Arif’in şiirleri için şöyle yazar: “Aslında bu şiirler, yayım tarihinden çok önce yazılmıştır. Birçok kişi tarafından ezbere biliniyordu. Ahmed Arif’in siyasal konumu, şiirinin çok uzun süre ‘yeraltında’ kalmasına yol açmış; bu yüzden o da ‘gizli’ bir şair olarak bilinmiştir,” der. Tabii 1968’de kitap yayımlanınca, artık bir anlamıyla bu gizlilik biter. Biter bitmesine ama akıbeti hayli uzun olur… Bahsedildiği gibi, yanı sıra, onun eserlerinin kitap öncesi geniş bir kitle tarafından biliniyor olması ve birçok kişinin şiirlerini ezbere okuması ise onun toplum üzerindeki etkisinin ezelden ebediyete kadar olacağının da bir göstergesidir.

Kitap umulmadık bir ilgi görür ve rekor niteliğinde sayısız baskısı yapılır. Ahmed Arif’in dili ve kültürel bağları o denli derindir ki, yakın dostları, onun yazdıkları ile söylediklerinin benzerliğini bu özelliğinde en belirgin şekilde bulurlar. Dost meclislerinde dinleyenler, “Ahmed Arif’in okuduğu şiirleri ve türkülerin mısralarını öyle bir içtenlikle vurgularlar ki, bir otobüs dolusu şairi geçmişte bırakıp eskitir,” derler. Ahmed Arif, kelimeleriyle zamana meydan okuyan, kulaklardan yüreğe çarpan bir dil kullanır.

İşte tam da bu nedenle, dile verdiği önemi kendisi şöyle açıklar: “Ben şiirde mısra haysiyetine inanırım. Mısra haysiyetine önem veririm.” “Hasretinden prangalar eskittim” adlı şiirini yazdığı zamanlarda “Başlangıçta ‘eskittim’ değil, ‘çürüttüm’ derdim.” O sözcük, yani “Hasretinden prangalar çürüttüm”. Ancak “çürüttüm” sözcüğünü sevmedim; her ne kadar doğrusu “çürüttüm” de olsa, bu sözcükteki üç tane “ü” harfinin art arda gelişi kulağımı tırmaladı, iç kulağımı yani gönlümü rahatsız etti. “Her şairin yüreğinde bir kulağı vardır” der. Bu nedenle “eskittim” dedim.

Ahmed Arif’in şiirleri ve hatta mektuplarını okurken, her birinin içindeki duygunun bu denli iliklerimize kadar işlemesi, onun “gönül kulağı” ile işitmesinden ileri geliyor. Onun gönlünün kulağını ve hüzün dilini, bir de Leyla Erbil için nasıl yekpare durduğunu okuyanlar bilir. 1954-1957 arası Leyla Erbil ile başlayan mektuplaşma, Arif’in halk ve memleket sevdasına bir de gönül sevdası ekler. Tüm tanımlara sığdırılması pek mümkün olmayan ve eşi benzeri az rastlanan Leyla Erbil’e olan sevdasını bilmeyen yoktur diye düşünüyorum. Onun Leyla’ya olan beklentisiz aşkı, düşüncelerinde “fikr-i işgal” olduğu aşikârdır. Leyla’ya bir mektubunda… “Bilir misin? ‘Canım’ dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep,” der, iliklerine kadar işlemiş duyguları görürsünüz adeta. Yine Leyla Erbil’e yazdığı mektuplarda der ki; “Özledim diyebiliyorum ya, yeter bana. Evet, özledim seni. Hastalıklar, musibetler, uzak kalsınlar sana. Yerine, ne çekeceksen ben çekeyim. Yerine, ne bela bulacaksa beni bulsun. Kadara beni alsın. Kurban başın. Başın dönem. Kadara alım. Cümle dünyalıkları senin ayağının dırnağına kurban ederim. Bir havan, bir tutumun var ki âb-ı hayata bile değişmem. Yiğit, rahat, doğrusun. Beni hiç kırmadın. Umut, yaşama sebebi, zulme dayanma yetisi oldun bana. Sensiz edemem.'”

Bu sevdanın içinde o salt Ahmed, sevdalısı ise salt Leyla’dır. Mektupları okuyanlar buna “Aşk” derler; ancak iyi bakıldığında bunun sevda olduğu görünür. Çünkü sevdada varmak mühim değildir; o duygunun içinde olmaktır. Onun sevdiği, onun arkadaşı, dostu, ustası her şeyidir. Her mektupta başka seslenir ve her sıfatla başkaca sevmiştir. Hiçbir zaman unutacak kadar küçük sevmemiş, Ahmed’in büyük sevmesinin, sevdanın bir tanımı olduğunu görebiliyorsunuz. Ve evet, Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektupları okudukça aşkın ne kadar uzak bir geçmişte yaşandığını ve bu duygudan ne kadar yoksun kaldığınızı fark ediyorsunuz. Evrensel duygu olan aşkın iyi ve kötü hallerinin, bulunduğumuz zaman dilimine vardığında hislerin değerini belirleyen zihinsel ve bedensel imgelerin ne kadar değiştiğini ve dilimizden de ne denli uzak olduğunu fark ediyorsunuz ve bu durumsal yoksunluk mektupları okudukça yavaş yavaş baş gösteriyor.

Ahmed Arif sonraki yıllarında ölüme, köleliğe, halkının tüm adaletsizliğe karşı çaresizliğine, alçaklığa, utanca karşı sanatı ve eylemleri ile direnmeye devam eder; ancak 2 Haziran 1991’de Ankara’daki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda eder. 1940 kuşağı olarak adlandırılan ve “fedailer mangası” terimiyle bilinen bu grupta değerlendirilse de, o kendi döneminin şiir akımının etkisi dışındadır.

Onun şiirleri, gösterişli değil, içten bir dertleşme gibidir. Bu şiirler, bizim topraklarımızdan yola çıksa da, dünya insanının ruh hâline, geçmişine ve sevdiğine yaklaşımına denk düşer. “Onun yazdıkları” bizim duymadığımız ama onun duyduğu şeylerin ifadesidir. Bu yüzden her bir mısra, biraz da bizim şiirimiz oluyor. “Bu şiirler Ahmed Arif’in kaleminden dökülmüş olabilir, ama cümlelerin altına imza atacak olanlar bizleriz.”

Diyarbakırlı şair Ahmed Arif’i anlatmaya çalıştığım satırlarıma, sevgili dostu Şeyhmus Diken’in değerli sözleriyle son vermek istiyorum: “Hasretinden Prangalar Eskittim, nice yıllar görecek. Tek kitapla edebiyatın raflarında, yerini inanarak, mücadele ederek kazanmış olan şaire çok şeyler borçluyuz. Yapacaklarımız borcumuzu ödemeye yeter mi, onu da bilemem! Ama adım atmak namına, her daim emaneti olacak şiirlerine de yaraşır hizmetlerin olması dileğiyle…”  

Bir kez daha Ahmed Arif’e özlem ve saygıyla. 

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.