Sözün ve Sürgünün Adamı: Cemal Süreya

Üniversite yıllarını Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde geçiren Cemal Süreya, 1954 yılında bu okulun Maliye ve İktisat bölümünden mezun olur. Ardından çeşitli devlet kurumlarında müfettiş yardımcılığı, müfettişlik, uzmanlık gibi görevlerde bulunur. Hayatının büyük bölümü “memuriyet” çatısı altında geçer. Ancak masasındaki evrakların arasında bile şiir daima onunla birlikte olur.

ZEYNEP TÜRKYILMAZ BURSA

Bazı insanlar kelimelerden doğar. Onlar için yazmak, varoluşun en yalın, en gerçek biçimidir. Cemal Süreya da böyle bir adamdı. Ömrü boyunca eksilerek çoğaldı, kaybettikçe var oldu. Kelimeler onun sığınağı, aşkla harmanladığı şiirleri ise en büyük mirasıydı. Onu anlamak için sadece hayatına bakmak yetmezdi; dizelerinin içinde gezinmek, eksikliğin, sürgünün, tutkunun ve özlemin izlerini sürmek gerekirdi.

Sürgünle Başlayan Hayat

“1931 yılında doğdum, 1937 yılında annem öldü, 1944 yılında Dostoyevski okudum; o gün bugündür huzurum yoktur. Biyografi bu kadar” diye kendisini anlatırdı bir röportajında asıl adı Cemalettin Seber olan Cemal Süreya.

Cemal Süreya, 1931’de Erzincan Pülümür’de doğdu. Babası Hüseyin, annesi Gülbeyaz Hanım’dır. Ancak onun hayatı, bir çocuk için henüz anlaşılması zor olan kayıplarla şekillenmeye başlar. Henüz doğmadan kısa bir süre önce ailesi büyük bir acı yaşamıştı: Cemal Süreya’nın erkek kardeşi Ahmet, bebek yaşta hayatını kaybetmişti. Bu kayıp, aile içinde yıllar boyu sessizce taşınan bir yas oldu. Belki de Süreya’nın hiç tanımadığı bu kardeşin yokluğu, onun şiirlerinde sıkça karşılaştığımız o tarif edilemez boşluğun ilk iziydi. Aile içinde eksik bir yer, eksik bir isim… Belki de bu yüzden şiirleri her zaman bir arayışın, bir tamamlanma çabasının izini taşır.

Hayatındaki ikinci büyük kırılma ise Dersim İsyanıyla olmuştu. Süreya’nın ailesi Bilecik’e sürgün edilir.

“Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler.” diye bahseder Cemal Süreya sürgünle başlayan hayatından. Bir sürgün çocuğuydu Cemal Süreya. Daha sonra sürgünün altıncı ayında henüz 6 yaşındayken annesini kaybeder Cemal Süreya. Ve hayat denilen asıl hikâye burada başlar. Bilecik’in sokaklarında yürürken annesinin sıcaklığını bir daha hissedemeyeceğini bilerek büyüdü belki de. Hayatında hiç yanından ayırmadığı özlem duygusu o günlerden kalmadır işte.

Babası Hüseyin, yıllar sonra tekrar evlendiğinde Cemal ve kız kardeşleri için yeni bir dönem başlar. Zor günler, evin içinde bir gölge gibi dolaşır. Ve Cemal, sevmediği evden kaçmak için bir fırsat arar. Yatılı okul sınavlarını kazanarak bu sevmediği evden kaçar. Ortaokul yıllarında tanıştığı Dostoyevski, ruhunda bir kırılma yaratır. “Dostoyevski’yi okudum, o gün bugündür huzurum yok,” derken bir yanda insanın içindeki huzursuzluğu, diğer yanda hayata dair arayışını dile getirir. Bu, Cemal Süreya’nın hayatı boyunca sürecek bir arayışın ilk adımıdır.

“Dünya benim için hep eksik bir yer oldu,” diyordu bir röportajında. Gerçekten de hayatı boyunca hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemedi. Her sürgün, her kayıp bir adım daha geriye gitmesine sebep oldu. O, dünyaya sürekli bir yer değiştirme arzusuyla baktı. Göç, kimliğini ararken yaşadığı bir süreçti. İstanbul’dan Ankara’ya, Paris’ten Diyarbakır’a kadar uzanan yolculuklarında sanki hiçbir yere tam olarak ait olamayacak gibiydi.

Cemal Süreya… 

Şiirlerinde bir boşluk vardı; bu boşluk, kelimelere dökülerek bir anlam kazandı. Kayıplarının ardından yeniden var olmanın yolunu kelimelerle buldu belki de. Kayıplarıyla yüzleştiği gibi kelimelerle de yeniden var oldu. Şiirleri yalnızca bir arayışın değil, kaybolan parçaların arkasındaki keşfin de yolculuğuydu. O boşluk, bir eksiklik değil, yaşamanın her daim içinde var olan bir duyguydu. Bu boşluk kelimelerle şekillendi; her dize, kaybolanları bulduğu bir yeniden doğuştu. O, kelimelerle büyüdü, kelimelerle büyüledi…

Bir Memurun Hayatında Şair Olmak

Üniversite yıllarını Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde geçiren Cemal Süreya, 1954 yılında bu okulun Maliye ve İktisat bölümünden mezun olur. Ardından çeşitli devlet kurumlarında müfettiş yardımcılığı, müfettişlik, uzmanlık gibi görevlerde bulunur. Hayatının büyük bölümü “memuriyet” çatısı altında geçer. Ancak masasındaki evrakların arasında bile şiir daima onunla birlikte olur.

Memuriyet hayatı boyunca Anadolu’nun pek çok farklı köşesini dolaşır: Diyarbakır, Erzurum, İstanbul, Ankara… Bu yolculuklar hem gözlem gücünü besler hem de şairliğinin toplumsal damarını derinleştirir. Cemal Süreya’nın kalemi yalnızca aşkı değil; yoksulluğu, yalnızlığı, taşra melankolisini, şehirlerin kalabalığı içindeki sessizliği de anlatır.

Bazen bu ikili yaşam onu zorlar. Bir yanda devletin ciddiyeti, diğer yanda kelimelerin özgürlüğü… Ama belki de şiirini en güçlü yapan şeylerden biri budur: hayatın tam içinden gelen, çatışmalı ama gerçek bir ses.

Sizin Hiç Babanız Öldü Mü? – Kör Eden Bir Veda

Cemal Süreya’nın hayatı, birçok eksikliğin üst üste bindiği bir yalnızlık atlasıydı. Bu yalnızlığın merkezinde ise sessizce yaşanmış bir baba-oğul ilişkisi duruyordu. Annesinin ölümünden sonra hayatta kalan tek dayanağı, aynı zamanda en zorlandığı figür olmuştu: Babası Hüseyin Bey.

1957 yılında Hüseyin Bey’in ani bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi, Cemal Süreya’yı derinden sarsar. Ama bu sarsıntı, dışa büyük çığlıklarla değil, içe doğru akan, yakıcı bir sessizlikle kendini gösterir. Süreya bu acıyı yıllar sonra, belki de gözyaşlarının aktığı o hamam taşlarında dizelere döker. Ortaya çıkan şiir, edebiyatımızda babaya yazılmış en çarpıcı iç döküşlerden biri olur:

Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?

Benim bir kere öldü kör oldum

Yıkadılar aldılar götürdüler

Babamdan ummazdım bunu kör oldum…

Şiirin her dizesi, içe akan bir çığlık gibidir. “Kör oldum” ifadesi yalnızca görme duyusunun değil, ruhun bir yönünün de yitirildiğini anlatır. Bu körlük bir yas hali değil; içsel bir dağılmadır. Baba figürü, onun için daima karmaşık olmuştu: hem güvenli hem mesafeli, hem koruyucu hem de yokluğu öğreten bir gölge… Ama o ölümle birlikte bu karmaşanın üzerine çöken kesinlik, Cemal Süreya’nın içinde yıllarca kabuk bağlamış bir sessizliği paramparça eder.

Şiirin ilerleyen dizelerinde bir hamam sahnesi belirir. Lambaların sönmesi, taşların yansıması, yüzün yarım görünmesi… Tüm bunlar, yalnızca babasını değil, kendisini de kaybeden bir çocuğun belleğinde asılı kalan imgeler gibidir. Gökyüzü söylemesine mavidir, ama artık onun için renklerden arınmış bir boşluktur. Aynalar ise yitip giden yüzlerin kırık yankılarıdır. Süreya bu şiirde, babasının ölümüyle birlikte sadece bir adamı değil, bir sesi, bir bakışı, bir ihtimali gömer.

“Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?” diye sorar en sonda. Bu soru artık yalnızca bir acıyı anlatmaz. Okuyucunun içine dokunan, onu kendi kayıplarına götüren, içimizde yarım kalan her veda için açılan bir boşluk olur. Bu artık sadece bir bireyin yas şiiri değil, hepimizin içinde bir yerleri titreten ortak bir kırılmadır.

Babası ölür, Cemal Süreya kör olur. Ama o körlük onu daha derinden görmeye başlatan bir aydınlığa dönüşür. Bu şiirden sonra Süreya’nın şiiri sadece yazmak değil, kendine dokunmak, kendini onarmak için de vardır artık. Belki de o günden sonra kimseye tam anlamıyla yakın olamayacak gibi… Çünkü babasını o hamam taşlarında yalnızca yıkamamış, aynı zamanda kendi çocukluğunu da elleriyle uğurlamıştır.

Bir Harfle Eksilen, Bir Şiirle Çoğalan Adam

Cemal Süreya’nın yaşamı yalnızca kayıpların değil, o kayıplarla büyümenin, eksilerek tamamlanmanın öyküsüdür. Bu durum, hem hayatında hem de şiirinde en çok yankı bulan izlerden biridir. Tıpkı soyadındaki bir harfin düşmesi gibi…

Şairin gençlik yıllarında Sezai Karakoç’la yaptığı bir iddiayı kaybetmesiyle “Süreyya” olan soyadından bir “y” harfi silinir. Ama bu harf düşüşü yalnızca bir mizah ya da zarif bir edebi anekdot değildir; Süreya’nın hayatında taşıdığı eksiklik duygusunun bir simgesine dönüşür. Bu dönüşüm, onun en kendine özgü şiirlerinden biri olan “Elma”da somutlaşır.

“Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun

Elma da elma ha Allahlık…”

diye başlar şiir. Yalnızca bir kadının elma yiyişi değil, arzunun, hatıranın ve kederin üst üste bindiği bir sahnedir bu. Elma; hem bedeni hem günahı hem de ayrılığı simgeler. Şair, bir yandan geçmişin sıcaklığını hatırlar, bir yandan içindeki uzaklaşmayı, kırgınlığı anlatır.

“Ben de çıplağım ama elma yemiyorum

Benim öyle elmalara karnım tok

Ben böyle elmaları çok gördüm ohooo…”

Bu dizeyle birlikte Cemal Süreya hem kendini arındırır hem de geçmişteki tutkulara, kırıklıklara bir mesafe koyar. Arzuya mesafeli bir bilgelik, ama içinde hâlâ sönmemiş bir yangın vardır. Elma artık bir kadının elinde değil; onun kalbinin ortasında ısırılmıştır.

Ve şiirin sonunda, o meşhur, neredeyse fısıltı gibi gelen dize gelir:

“Adımın bir harfini atıyorum.”

İşte burada şiir, kişisel bir karardan evrensel bir eksilme metaforuna dönüşür. Bu yalnızca adından bir harf silmesi değil; annesini, kardeşini, çocukluğunu, aşklarını, şehirlerini, dostlarını ve kendine ait olan ne varsa yavaş yavaş eksiltmesidir. Cemal Süreya eksildikçe çoğalır, harf azaldıkça anlam artar. Harf gider ama şiir kalır. Ve o şiir, okurun yüreğinde yer eden bir sızıya dönüşür.

Soyadındaki “y” harfi artık yoktur belki, ama yerine koca bir şiir evreni gelmiştir. Tıpkı kendi hayatı gibi; o harfin düştüğü yerde bir Cemal Süreya şiiri doğar.

Sezai Karakoç ile Dostluk ve Ayrışma

Cemal Süreya, 1950’li yıllarda Türk edebiyatında önemli bir yer edinmeye başlarken aynı dönemde Sezai Karakoç’la yakın bir dostluk kurar. Bu ikili, İkinci Yeni hareketinin önemli figürleri olarak edebiyat dünyasında dikkat çekerler. Şiirleriyle bireysel ve toplumsal dünyayı sorgularken aynı zamanda varoluşsal temalar üzerine derinlemesine düşünürler.

Ancak zamanla düşünsel ve sanatsal bakış açıları arasındaki farklılıklar dostluklarını sarsar. Cemal Süreya’nın şiirleri daha bireysel, insan ruhunun karmaşık yapısını yansıtan bir yön sergilerken Sezai Karakoç’un şiirleri toplumsal sorumluluk ve siyasi bir duruşa daha fazla yer verir. Bu düşünsel ayrışma, ikilinin yollarını farklı yönlere çeker.

Karakoç, daha sonra Türk edebiyatında İkinci Yeni hareketinin dışına çıkarak halkçı ve milliyetçi bir edebiyat anlayışına yönelir. Bu değişim, Cemal Süreya’yla olan ilişkisinin kopmasına neden olur. Ancak Süreya, bir zamanlar yakın dost olduğu Karakoç’u her zaman büyük bir saygıyla anmıştır. Aralarındaki bu ayrılık, sanat ve edebiyatın ne kadar farklı düşünsel anlayışlara ve yönlere kayabileceğini gösteren önemli bir örnek teşkil eder.

İkinci Yeni’nin Öncüsü

1950’li yıllarda Türk edebiyatında bir kırılma yaşanır. Toplumcu gerçekçi şiirin ve Garip Akımı’nın gündelik dile yaslanan anlayışına karşı, bireyin iç dünyasına, soyutlamalara ve özgür imgelerle örülü bir anlatıma yönelme başlar. Bu dönüşümün adı İkinci Yeni’dir. Ve bu akımın öncülerinden biri, belki de en çok iz bırakanı Cemal Süreya olur.

Cemal Süreya yalnızca bir şair değil; şiiri hem biçimsel hem de içerik olarak dönüştüren bir dil mimarıdır. Dili kuralların dışına çıkararak çağrışımlarla zenginleşen, erotizmi ve aşkı cesurca işleyen bir şiir evreni kurar. Onun dizelerinde anlam bazen bir kelimenin kıvrımında kaybolur, bazen bir suskunlukta doğar. Aşk, yalnızlık, arzu, kayıp… Tüm bunlar, Süreya’nın kelimelerle dokuduğu şiir haritasının en derin duraklarıdır.

“İkinci Yeni bir bakıma şairlerin birbirini itmesidir,” der Cemal Süreya. Ona göre bu akım; bireyin karmaşık duygularını, bilinçaltını, tutkularını dışavuran bir biçimde ifade edebilmenin yoludur. Kalıpların dışına çıkmak, alışıldık anlam örgülerini yıkmak ve yeni anlamlara alan açmak… Cemal Süreya’nın şiirinde tüm bunlar, incelikli bir zarafetle yer bulur.

Şiir onun için bir kaçış değil, bir varoluş biçimidir. “Şiir bir özgürlük alanıdır,” der bir yazısında. Bu özgürlük, onun kelimeleriyle hem ironik hem duygusal, hem sade hem çok katmanlı bir hal alır.

Ve dizeleriyle kalplere dokunduğu o büyülü örneklerden biri:

“Yalnızlığımda yapayalnızsın / O kadar yalnızsın ki, ancak yalnızlığım kadar.”

(Göçebe, 1965)

İkinci Yeni, sadece bir şiir anlayışı değil, aynı zamanda bir düşünme biçimidir. Cemal Süreya da bu anlayışı en özgün ve etkileyici şekilde hayata geçiren isimlerden biridir. Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan, İlhan Berk ve Sezai Karakoç gibi isimlerle birlikte Türk şiirinde bireysel ve sezgisel duyarlılıkların kapısını aralamışlardır.

Ama Süreya’nın farkı, şiirine kattığı incelikli ironi, duyusal yoğunluk ve aşkın büyüsüyle öne çıkar. O, kelimelerin yükünü hafifletmez; aksine onlara derinlik kazandırır. Ve şiir, onun kaleminde yalnızca yazılan değil, yaşanan bir şeye dönüşür.

İkinci Yeni ve Anlamın Parçalanışı

Dostoyevski ile içsel karanlıkla tanışan Cemal Süreya, kısa süre sonra bu karanlığı kelimelere dökmenin daha radikal yollarını aramaya başladı. 1950’li yıllarda edebiyat dünyasına damgasını vuran İkinci Yeni hareketi, onun için sadece estetik bir yöneliş değil, aynı zamanda bir varoluş biçimiydi. Bu dönemde şiir; düz anlamdan, günlük dilden, biçimsel sadelikten kopar, çağrışımın, soyutlamanın ve ritmin ön planda olduğu bir alana evrilir. Ve Cemal Süreya, bu dönüşümün tam merkezindeydi.

Şiirde anlamı değil çağrışımı, düzeni değil kırılmayı, açıklığı değil sezgiyi önemseyen bu anlayış; onun edebiyatla kurduğu bağı daha da derinleştirdi. Geleneksel kalıplardan sıyrılan bu şiir biçimi, kimi zaman eleştirmenlerin hedefi haline gelse de Süreya’nın bu eleştiriler karşısındaki tavrı oldukça netti. Bir gün bir eleştirmen İkinci Yeni için “anlamsız şiir” dediğinde, Süreya gülümseyerek şöyle dedi:

“Anlam yoksa da anlamı var.”

Çünkü ona göre şiir, bütünlükten çok parçalanmışlıktan doğan bir özdü; yaşam gibi düzensiz, acı gibi içgüdüsel, aşk gibi karmaşıktı. Ve belki de tam bu yüzden gerçekti. Şiirinde her şey parçalıydı, ama her parça birbirini tamamlıyordu. Bu yüzden de İkinci Yeni’nin en önemli temalarından biri, her bir kelimenin, her bir imgenin farklı ve özgün bir anlam taşımasıydı. Her şey çok anlamlıydı, ancak yalnızca okuyucunun sezgisine bırakılmıştı.

Bu dönemde şiir ve yazının sınırlarını zorlayan bir Cemal Süreya vardı. Özellikle Papirüs dergisinin editörlüğü sırasında bu radikal yeniliği etrafındaki genç şairlerle paylaşarak Türk şiirinin çehresini değiştirmeye devam etti. Papirüs, şiir anlayışındaki devrimci ruhu besleyen bir platform oldu, Süreya burada şiire dair her türlü deneyimi ve gözlemi en yoğun biçimde yaşadı. İkinci Yeni şairleriyle kurduğu yakın ilişki, onun edebi dünyasında önemli bir dönüm noktasıydı. Ancak bu bağ sadece yazınsal bir işbirliği değil, bir düşünsel ve varoluşsal paylaşımdı.

Yine de Süreya’nın şiirindeki anlamın kayboluşu sadece bir başkaldırı değildi. O, anlamın kaybolmasında modern dünyanın kaotik yapısının bir yansımasını görüyordu. Kendini yalnız hisseden bir kuşağın kelimelerle ve anlamlarla kurduğu ilişki de, tıpkı bireysel varoluşları gibi parçalıydı. Şiir, anlam arayışındaki bu parçalanmışlıkla bir tür varoluşsal direniş haline gelmişti.

Papirüs: Bir Halının Üzerine Kurulmuş Edebiyat

“Bazı dergiler raflarda unutulur. Bazılarıysa bir halının üstünden kalkar, edebiyat tarihine yürür. Papirüs ikincisindendir.”

Cemal Süreya’nın hayatında bazı anlar vardır ki, onları yalnızca kelimelerle değil, sahnelerle hatırlarız. Papirüs dergisinin doğuşu da işte böyle bir andır. Şiirle inşa edilmiş bir ideali, evinin ortasında duran bir halının üstünden başlatır.

1960’lı yılların ortasıdır. Süreya, edebiyatın damarlarında dolaşan yeni bir ses yaratmak istemektedir. Ancak bunun için yalnızca kelimeler yetmez; kâğıt, matbaa, dağıtım gibi dünyevi detaylar da gereklidir. Parası yoktur. Ülkü Tamer o zamanları şöyle anlatır:

“Bir gün Edip uğradı çene çalarken gözü halıya ilişti. ‘Yahu bu pek fena bir şey değil galiba’ dedi. ‘Jak’ı gönderiyim de bir baksın.’

Jak, Edip’in ortağıydı. Kapalı Çarşı’da antikacı dükkanı vardı. Edip gittikten bir süre sonra Jak geldi. ‘Sizde bir halı varmış’ dedi. Gösterdik.

‘Siz bunun üstüne basıyor musunuz?’ dedi Jak. Aldı halıyı gitti. Bir süre sonra da Edip’le Jak’ın yanında çalışan Hakkı 2000 Lira getirdi.

Cemal, ‘derginin ilk sayısına Halıya Teşekkür ilanı koyalım’ dedi.

Koyacaktık da. Nedense son anda vazgeçtik.”

Edip Cansever’in gözüne takılan, sonra Kapalıçarşı’ya gidip antikacının “Siz bunun üstüne mi basıyorsunuz?” diye hayret ettiği o halı. Satıldı. 2000 lira. Derginin ilk sayısı işte bu satışla basılır. Bu sahne, şiirle kurulan idealizmin somutla sınandığı yerdir. Ne yazık ki derginin son sınanışı olmayacaktı. İkinci ekonomik sıkıntı yaşanır. Bu ekonomik sıkıntı Cemal Süreya ve Tomris’i evinden eder ve R. Tomris’in anneannesinin evine taşınırlar. Beşinci sayıda yazıhanenin üst katında bulunan bir konfeksiyon atölyesinde yangın çıkar. Yangın alt katlara da sıçrar ve yazıhanede ne var ne yoksa kül eder. Çevirisi bitmiş kitaplar, dergiye gelen yazılar, abone ve bayi defterleri, şairlerin fotoğrafları, ne varsa kül olur. Mahvolmuşlardır. Ellerinde yalnızca 300 lira gibi bir para kalır. Tam o sırada Cemal Süreya’nın Emekli Sandığından talep ettiği birikmiş kesintileri gelir. 3653 lira. Bazı yayın evlerinden alacakları gelir. En güzel haber ise “Göçebe” ödül alır.

Bu şarkıyı ne zaman duysam aklıma

Sinirli bir elin uysal bir bardağa

Çok yukardan döktüğü bir içki gelir

Sonsuz ve olağanüstü bir bira

Köpüklene köpüklene biçimlendirir

Soyunarak ağlayan bir kadını

Acı bilincinde sonrasızlığın

Ama bırakalım bırakalım bunları

Yoldan piyade erleri geçiyor tahta bavullarıyla ve

büyük yakalarıyla

Ve faytoncular görüyorum

Yere basışlarındaki ağırlığı azaltmak için

Tanrısal bıyıklarıyla durumlarını paraşütlendiren

Böylece bir hafta içinde sıfıra inip tekrar yükselmişlerdir.

Papirüs yalnızca bir dergi değildi. Süreya’nın kelimelere olan inancının, hayatını şiire göre biçimlendirme cesaretinin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Şiirin sadece içe dönük bir eylem olmadığını; bir matbaada, bir hanın tozunda, bir halının kaybında da var olabileceğini gösterdi.

Bugün hâlâ Türk şiirinin damarlarında bir yerlerde Papirüs’ün sesi dolaşıyorsa, bu sesin başladığı yerin yumuşacık bir halı olduğunu bilmek, bu hikâyeyi daha da unutulmaz kılar.

Üvercinka: Aşkın ve Şiirin Kesiştiği Yer

Cemal Süreya’nın edebiyat dünyasına attığı en belirgin adımlardan biri, 1956’da yayımladığı ilk şiir kitabı Üvercinka oldu. Bu kitap yalnızca onun şair kimliğini değil, Türk şiirinin yönünü de değiştirdi. Üvercinka artık bir kitap adı değil; aşkın, arayışın ve dile dokunmanın en ince hali.

Kitabın adı bile sıradışıdır. “Güvercin” ve “kanat” sözcüklerinden türediği söylenen, sözlüklerde olmayan bu hayali kelime, aslında Cemal Süreya’nın şiir anlayışının ta kendisidir: kırılgan, özgün, somutla soyutun arasında bir yerde.

Sevdiği kadına yazılmış gibi duran şiir, aslında şairin kelimeye, bedene ve aşka duyduğu tutkunun çok katmanlı bir anlatımıdır. Bir İstanbul sabahı, bir tramvay yolculuğu, bir saç telindeki kalp atışı… Bütün bunlar, bir kadın üzerinden kurulan evrensel bir varoluş şiirine dönüşür:

“Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde

Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor”

Süreya için aşk sadece bir temas değil, bir düşünme biçimidir. Sevgiliye duyulan arzu, hem fiziksel hem zihinsel bir bütünlükle betimlenir. Dize, bedeni okşarken zihni de besler.

Şiirin en çok hatırlanan kısmı belki de şu dizelerdir:

“Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor

Bütün kara parçalarında

Afrika dahil”

Burada aşk yalnızca kişisel değil; evrensel bir hak, bir direniş biçimidir. Süreya, arzunun ve temasın siyasetle, toplumla ve sınırlanmış hayatla ilişkisini incelikle gösterir.

Ama her güzel yakınlık gibi, bu aşk da bir baskının içindedir. Aşk yaşanırken bir yandan kurşuna dizilen bir hayat da şiire sızar. Süreya, aşkla toplumsal çürümeyi aynı dizede yan yana getirebilir:

“Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar”

Üvercinka, aşkı büyütürken onu idealize etmez. Sevgiliyi göklere çıkarırken bir yandan da onun yokluğunda başlayan o derin yoksulluğu dile getirir. Ve böylece Cemal Süreya’nın en güçlü özelliği ortaya çıkar: Şiir yalnızca söylenen değil, yaşanandır.

Bugün hâlâ Üvercinka yalnızca okunmaz; hissedilir. Çünkü o bir kitabın adı değil, bir aşk biçimi, bir yaşama sesi, bir kayboluşun izidir.

Şiirin bu büyüsünün arkasında yalnızca edebi bir maharet değil; derin bir kişisel çatışma da vardı. Üvercinka’nın yazıldığı dönem, Cemal Süreya’nın hayatında fırtınalı bir zamana denk gelir. O sıralarda eşi Seniha Hanım hamiledir. Fakat tam bu dönemde Süreya, kimliğini hiçbir zaman açık etmediği genç bir kadınla tanışır. Aralarında kısa ama çok tutkulu bir ilişki başlar. O kadına ne adını söylemiştir Süreya, ne de onun adını birine anlatmıştır. Ama şiir boyunca sezilen, hissedilen, dokunulamayan bir varlık gibi dolaşır Üvercinka.

Bazı kaynaklar şiirdeki bu gizli kadının, adını duyuramamış ama Süreya’nın kaleminde ölümsüzleşmiş bir sevgili olduğunu yazar. Adını bilen yoktur. Yüzünü gören de. Ama onun varlığı şiirin neredeyse her dizesine sinmiştir. Süreya’nın bu gizemi koruması, zamanla şiire duyulan ilgiyi daha da artırır. Üvercinka artık yalnızca bir kadın değil, bir çağrışım, bir imge, bir eksiklik haline gelir.

Şiirin yayımlandığı dönemde edebiyat çevrelerinde ciddi yankı uyandırdığı bilinir. İkinci Yeni’nin soyut dünyası içinde Üvercinka daha sıcak, daha tenle temas eden bir sesle duyulmuştur. Bu yönüyle hem okuyucu hem eleştirmen tarafından büyük ilgi görmüş, Süreya’nın şair kimliğini sağlamlaştıran eserlerden biri olmuştur.

“Üvercinka” ismiyle ilgili en yaygın kabul, “güvercin kanadı” kelimelerinin Süreya tarafından kısaltılıp yeniden yaratıldığıdır. Adını koyamadığı aşkı, dilin içinde saklamayı seçmiştir. Çünkü onun şiirinde kelimeler hem maske hem de aynadır.

Ve belki de bu yüzden Üvercinka, hem en kişisel şiirlerden biri hem de en evrensel aşk anlatılarından biridir.

Aşk, Kadın ve Şiir – Bir Tutkunun Diliyle Yazmak

Cemal Süreya’nın şiirinde aşk sadece bir tema değil; bir yaşam biçimidir. Onun için sevmek, yazmakla aynı nefeste var olur. Kelimelerle dokunur, dizelerle sever, bir bakışın, bir sessizliğin, bir gülüşün kıvrımına sığınır. Aşkı yalnızca yaşamakla kalmaz; onun içinden geçerek kendini yeniden kurar.

“Öyle sevdim ki seni, öylesine değil yani.” derken bir duyguyu değil, bir kimliği tarif eder aslında. Aşk, onun için bir teslimiyet değil; var olmanın ta kendisidir. Ve çoğu zaman bu varoluşun içinde bir eksiklik, bir ulaşamama, bir içe kapanma gizlidir.

Kadın, Cemal Süreya’nın şiirinde bir ilham kaynağı değil; bir aynadır. Onunla yalnızca konuşmaz, onunla kendini dinler. Kadına bakan bir göz değil, kadının gözünden bakan bir şiirdir onunki. Kadının teni, sesi, hatta suskunluğu bile dizelerin arasından geçerek kelimeye dönüşür. Aşkın bedensel yönünü işlerken bile asla yüzeyde kalmaz; dokunuş bir metafora, arzu bir imgeye, tutku bir dile dönüşür.

Ve Tomris…

Cemal Süreya’nın hayatından geçen birçok kadın oldu. Ama hiçbiri onun dizelerinde Tomris Uyar kadar yer tutmadı. Çünkü Tomris sadece bir sevgili değildi; onun içinden konuşan bir şiirdi belki de.

“Âşık olduğum kadınlara Tomris’i anlattım, Tomris’e hiç kimseden söz etmedim.” derken bir insanı değil, bir yankıyı, bir kalıcı sessizliği işaret eder. Bu aşk, tıpkı onun şiiri gibi: keskin, katmanlı, durmaksızın değişen ama hiçbir zaman silinmeyen bir iz gibi.

Onların ilişkisi bir şiir gibiydi: bazen nazım, bazen kırık bir mısra, bazen tamamlanmayan bir beyit. Kıskançlıklar, suskunluklar, mektuplar, vedalar… Ve hepsinin içinde duran bir sevgi: dokunulmaz ama hep orada. Tomris gittiğinde Süreya onu kaleminde sakladı. Ve o günden sonra ne zaman aşk yazsa satır aralarında hep bir Tomris dolandı.

Ama aşk hiçbir zaman onu tamamlamadı. Belki de aşkı bu kadar büyüten şey de buydu: hiçbir zaman tam olarak erişilemeyen, hep biraz eksik kalan o şey… Bu yüzden Süreya’nın aşk şiirleri, bir kavuşmanın değil; bir kavuşamamanın, bir eksik sevişin şiiridir.

Ve bazen bir tenin sıcaklığı, bazen bir gece yarısının sessizliği, bazen bir dudağın kenarında kalan kelime… Hepsi onun şiirinde hem arzunun hem yalnızlığın sesi olur. Çünkü Süreya için aşk yalnızca bir insanı sevmek değil; kendini o sevilme ihtimalinde yeniden tanımaktır.

Ve belki de bu yüzden Cemal Süreya’nın aşkları hiçbir zaman sadece kalpte kalmaz; bir dizede, bir kitap arasında, bir kadının gülüşünde ya da unutulmuş bir öpücükte yaşamaya devam eder.

Her Ölüm Erken…

“Her ölüm erken ölümdür,” demişti bir şiirinde. Belki de kendisi için yazmıştı o cümleyi… Çünkü Cemal Süreya’nın vedası da her şey gibi biraz erken oldu.

9 Ocak 1990 sabahıydı. İstanbul’da bir hastane odasında son nefesini verdi. Henüz 59 yaşındaydı. Kelimelerle ördüğü o büyük dünyanın ardından bu dünyadan sessizce çekildi. Gözlerinde hâlâ söylenmemiş dizelerin izleri vardı belki de…

Ama onun gidişi de tıpkı şiirleri gibi sarsıcıydı. Sadece bir şairin değil, bir dönemin, bir duygunun vedasıydı bu. Bazı anlatımlara göre son zamanlarında yalnızdı; kalbindeki yükler, yılların yorgunluğu ve ailesindeki kırgınlıklar onun sessiz çöküşünü hızlandırmıştı. Bir dönem eşi Zuhal Tekkanat, Cemal Süreya’nın Memo ve annesinden gördüğü şiddetin bu vedayı hazırlayan nedenlerden biri olduğunu söylemişti. Gerçek neydi bilinmez ama yaşadıkları onun kırılgan ruhunda iz bırakmış olmalıydı. Cemal Süreya, Kulaksız Mezarlığı’nda toprağa verildi. Onu son yolculuğunda sevenleri uğurladı. Ve o günden sonra bir şiirin içinde yaşamaya başladı. Çünkü bazı insanlar ölmez; sadece dizelerin arasında kaybolurlar.

Şimdi bir yerlerde, belki bir kitap arasında açılmayı bekleyen bir sayfada, belki bir gece yarısı akla düşen bir mısrada hâlâ bizimle.  

Çünkü Cemal Süreya gitmedi. O sadece biraz sustu…

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.