Almanya, 23 Şubat 2025 günü sandık başına gitti ve sonuçlar, Avrupa’nın kalbinde yankılanan bir değişimin habercisi gibiydi. Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU/CSU), Friedrich Merz liderliğinde seçimi kazanarak hükümet kurma yolunda avantaj elde etti. Ancak asıl dikkat çeken, aşırı sağcı Alternative für Deutschland (AfD) partisinin, Alice Weidel’in önderliğinde, oyların yaklaşık %20’sini alarak ikinci sıraya yerleşmesiydi. Bu, AfD’nin federal düzeydeki en güçlü sonucu oldu ve özellikle eski Doğu Almanya eyaletlerinde, Saxony ve Thuringia gibi bölgelerde, partinin birincilik koltuğuna oturması, yıllardır biriken bir huzursuzluğun patlama noktasına ulaştığını gösteriyordu. Peki, bu yükselişin ardında ne yatıyor? Aşırı sağın bu başarısını, “Kayıp Kimlik Sendromu” adını verebileceğimiz bir psikolojik durumla ilişkilendirebiliriz.
Hikâyeye 1990’ların başından başlayalım. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birleşen Almanya, ekonomik ve kültürel bir yeniden doğuş vaat etti. Batı, Doğu’yu kucakladı; ancak bu kucaklama, her zaman eşit bir ortaklık gibi hissedilmedi. Doğu Almanlar, yıllarca sosyalist rejimin gölgesinde yaşamış, güçlü bir kolektif kimlik geliştirmişti. Birleşme sonrası ise bu kimlik, kapitalist Batı’nın baskın yapısı altında erimeye başladı. İşsizlik, altyapı eksiklikleri ve “Ossi” (Doğu Alman) stereotipleri, bir tür aşağılık kompleksi ve dışlanmışlık hissi doğurdu. İşte AfD, tam da bu kırılgan noktaya dokundu. Parti, “eski güzel günler” nostaljisini ve “biz kimiz?” sorusunu yeniden canlandırarak, kaybolan kimlik arayışını bir sancağa dönüştürdü.
2025 seçimlerinde AfD’nin başarısı, bu sendromun semptomlarını açıkça ortaya koyuyor. Doğu’da %30’ları aşan oy oranları, sadece ekonomik şikayetlerin değil, aynı zamanda bir anlam arayışının sonucu. Parti, göçmen karşıtlığı ve İslamofobi gibi söylemlerle, kimlik kaybından doğan korkuyu somut bir düşmana yöneltti: “Öteki”ye. Batı’da oy oranı %8 civarında kalsa da, Doğu’daki bu çarpıcı destek, AfD’nin “Almanya’yı geri alma” vaadini bir psikolojik kurtuluş gibi sunduğunu gösteriyor. Alice Weidel’in “Hitler bir komünistti” gibi provokatif çıkışları ya da “İslam Almanya’ya ait değil” söylemi, tarihsel tabularla oynayarak bu kayıp kimlik hissini kaşıyor; adeta bir terapist gibi, bastırılmış öfkeyi serbest bırakıyor.
Bu “Kayıp Kimlik Sendromu”nun bir diğer boyutu, küreselleşme ve modernitenin hızına ayak uyduramama korkusu. Almanya, yıllardır Avrupa Birliği’nin lokomotifi oldu, ancak bu rol, içerdeki bazı kesimlere “kendi evimizi unuttuk” hissi verdi. Ekonomik durgunluk, artan yaşam maliyetleri ve göç dalgaları, bu sendromu tetikleyen unsurlar arasında. AfD’nin Karlsruhe teşkilatının dağıttığı “sınır dışı biletleri” gibi kampanyalar, bu korkuyu somut bir çözüme, hatta bir intikam fantezisine çeviriyor. Seçmenler, sandıkta AfD’ye oy verirken, sadece bir partiyi değil, kontrolü geri alma umudunu destekliyor.
Ancak bu hikâyenin karanlık bir ironisi var: AfD’nin piyasa yanlısı politikaları, destekçisi olan işçi sınıfını ekonomik olarak vurabilir. Yine de, bu çelişki bile sendromun gücünü gösteriyor; çünkü mesele mantık değil, duygu. İnsanlar, kimliklerini yeniden inşa edecek bir anlatıya tutunuyor ve AfD, bu anlatıyı ustalıkla sunuyor. 2025 seçimleri, Almanya’nın sadece politik bir dönüm noktası değil, aynı zamanda derin bir psikolojik hesaplaşma anıydı. Aşırı sağın yükselişi, belki de bir ülkenin ruhunda açılan yaraların dışa vurumu; ve bu yara, iyileşmek yerine, daha da büyümeye aday gibi görünüyor.
AfD Genel Başkanı Alice Weidel’in seçim sonrası ZDF’te yayınlanan genel başkanlar toplantısındaki iddialı sözlerini de dikkate alacak olursak, AfD’li politika yapıcı aktörlerin gelecekte Alman siyasetinin “belirleyici” rol oynayacağını düşündüklerini söylemek mümkün.
Fakat asıl mesele; mantıktan çok duygulara hitap eden bir partiyi ve onun genel başkanını bekleyen bir “Harikalar Diyarı”nın olmaması. “Psikolojik hesaplaşma” olarak adlandırabileceğimiz bu seçim sonuçları, kendisini “iktidar” koltuğunun ortağı gören Alice Weidel’i, gerçekçi ve realist politikalar üretmeye zorlayacak. Zira insanlara fakir olmalarının sebebi olarak “yabancı”ları bir yere kadar gösterebilirsiniz. Bir süre sonra “eski güzel günler”in hayaliyle yaşayan insanlar, popülist politikalar yerine daha gerçekçi ve sonuç odaklı çözümler bekleyecektir.