On yaşında bir gezgin

Nejdet Duzen / Shutterstock.com
tahtagemi.net - Sesli Makale
Getting your Trinity Audio player ready...

Türkiye’nin gözbebeği neresi diye sorana, hepimizin cevabı aynı olur diye düşünüyorum. İstanbul’un gözbebeği nere diye sorana; benim şahsi düşüncem Sultanahmet olur. Bu kesin bir olgu olmamakla birlikte, birçoğumuzun ortak düşüncesi diye umuyorum. 1977 yazında, okul tatili ile ilk defa babam vesilesiyle İstanbul’u ve Sultanahmet’i tanıdım. Denizi ilk defa gördüğüm gibi, 6 minareli bir camiyi, muhteşem Ayasofya’yı. Sonra biraz aşağıda Gülhane Parkı ve Osmanlı’nın yönetildiği Topkapı Sarayı. Bu kadar mı? Elbette değil. Boşuna mı dedik İstanbul’un gözbebeği diye. Benim ilk defa İstanbul’a geldiğim yıllarda bu günkü gibi bir kalabalık olmamakla birlikte, bu kadar ulaşım imkanı olmamasına rağmen, trafik daha rahattı. Babam, Beyazıt ile Vezneciler arasındaki Süleymaniye’de kaldığı için, Sultanahmet Meydanı’na yürüyerek, bir çocuk da 15 dakikada gidebilirdi. Tarihi yarımadanın en güzel eserlerini, o çocuk yaşta çoğu zaman yalnız geziyor, kimi zaman tanıtma yazılarından kimi zaman bölgede yerli turist gezdiren rehberlerden, bazen caminin imamı müezzininden bilgiler aldığım da oluyordu. Şimdi 50 yıl geriye gidip, çocuk dimağımda kalanlar ile Sultanahmet’te bir tur atalım.

İstanbul’a gelip de bu bölgeyi görmeden giden biri İstanbul’u görmüş sayılamaz. Meydanda sizi birbirine bakan iki muhteşem cami karşılayacaktır. Birisi Türkiye’de 6 minaresi olan tek camisi Sultanahmet, diğeri 6. ve 7. yüzyıllar arası Roma İmparatoru 1. Justinianus tarafından kilise olarak yaptırılmış, 1453 yılında Fatih’in İstanbul’u almasıyla camiye dönüştürülmüştür. Ayasofya içindeki binlerce eseri sayarak, çok uzun yazılar yazabileceğimiz kadar muhteşem mozaikler, görkemli kapılar, Ağlayan Sütun gibi hakkında değişik hikayeleri olan, Dilek Sütunu olarak da bilinen bu sütun her dinden insanın ilgisini çekmeye yetmektedir. Ayasofya da bu bölgede bulunan diğer değerli yapılar gibi, içinden saatlerce çıkılmadan incelenebilecek bir yapıdır. Ayasofya’dan çıkıp, iki cami arasındaki kocaman alan Sultanahmet Meydanı’dır. Meydanın sol yanında Hürrem Sultan Hamamı’nı göreceksiniz. Bu alanda o yıllarda birkaç çay bahçesinden birine oturup iki muhteşem yapının arasında, çay içmenin zevkine varmadan olmazdı. Ya da sırtında metaller ile şerbetçilerden soğuk bir tas şerbet içmek mümkündü. Dinlendiniz ve karşınızda Türkiye’nin (o dönemler sadece Sultanahmet Camisi 6 minareliydi) 6 minareli tek camisi sizi bekliyor. Minarelerinin özelliği yanında içindeki muhteşem çinilerin sizi büyülemesi için bir sanat tarihçisi olmanıza gerek yok; biraz estetik sever yanınızın olması kafidir. Çinilerinin mavi oluşundan yabancılar buraya “Blue Mosque” de dediklerini turist rehberi abladan duyuyorum. Aynı rehber ablayı o yaz Sultanahmet yakınlarında bulunduğum tüm zamanlarda gördüğümden dolayı, artık onunla gezmekten de çekinmiyor, o da beni seve seve gezdiriyordu.

Sağ tarafta bulunan Osmanlı’nın “At Meydanı” Romalılar’ın Hipodrom olarak kullandıkları alandayım. Mısır’dan getirildiği söylenen Dikilitaş’ı görebilirsiniz. 25-30 metre olan bu sütunun tarihi M.Ö 1500 yıllara kadar adreslendirildiği söyleniyor. Yanında Yılanlı Sütun ve Örme Sütunu da görebilirsiniz. At Meydanı’nın sol tarafından en güzel müzelerimizden Türk ve İslam Eserleri Müzesini ziyaret etmek gereklidir. Sultanahmet Meydanı da Semti de bana akraba. Çünkü burada, camiye 500 metre mesafede annemden dolayı akrabalık bağımız olan, Darpane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü’nden elektrikçi olarak çalışan ve emekliliğine birkaç yılı kalmış Mehmet Dayı yaşıyor. Benim yaşlarımda iki çocuğu olduğu için bazı gezmelerimde evin erkek çocuğu Ferit bana arkadaşlık bazen de rehberlik ediyor. Onların evine gidiyorum Hatice Yenge beni çok güzel ağırlıyor ve hafta sonu kendilerine gelmem halinde denize gideceklerini, beni de götürmek istediklerinin müjdesini veriyor. Geldiğimden bu yana gördüğüm denize, bu kez girecektim. Henüz gidecekleri plaj kesin olmasa da, ya Kanarya Plajı, ya da Florya Plajı olacaktı. Çünkü evlerine yakın olan Cankurtaran Tren istasyonu ile bu iki plaja gitmek çok kolaydı. Ne fark ederdi ki, benim için ilk defa denize girecektim. Ama ben Sultanahmet’i gezmeye devam ediyorum. Bu kez girdiğim yapı, hem bu bölgenin hem de ülkenin en ilgi çeken esrarengiz yapılarından biri Yerebatan Sarnıcı’ydı. Benim yaştaki bir çocuğun tek başına gezmesi için, biraz merak biraz da cesaret gerekliydi. Yine Romalılar’ın yaptırdığı saray halkının su ihtiyacını gidermek amacıyla yapılmış, su saklama sarnıcı idi. İçeride 300’den fazla sütun bulunmaktaydı. En fazla ilgimi kafası yere paralel yatmış “Medusa” sütunu olmuştu. Medusa’da da, Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” sında olduğu gibi sürekli karşıdakinin gözünü takip eden bir kadın var. Kadının bakışları o kadar masum ve etkileyici ki; gidip, onun yarısı suda yan yatmış kafasını kaldırmak geçiyor içimden.

Kendimi yokuştan aşağı doğru bırakıp, kıvrılan yolu takip ederek Gülhane Parkına ulaşıyorum. Burası Topkapı Sarayı’nın bahçesi iken içindeki envai çeşit çiçekten dolayı bu ismi almış. Parktan girince sizi ulu ağaçlar karşılıyor. Kim bilir bu ağaçlar kimlere, hangi olaylara şahitlik etti. Sarayda kılıç kuşanan padişaha da, saltanatına engel olmasın diye kardeşlerini öldürten padişahlara da. Güneşin yakıcılığı kayboluyor ağaçların sıklığından ve sahilden esen deniz meltemi yüzünüze vuruyor. Aklıma koydum “ben büyüyünce böyle sanatla ilgili bir meslek yapmalıyım.” O zamanlar Sanat Tarihi gibi bir bilim dalından habersizim. Parkın içine girdikçe, içerideki kalabalığı ve hayvanları fark ediyorum. Burası aynı zamanda bir Hayvanat Bahçesi. Şimdi, Hayvanat Bahçesi gibi bir fikre karşı gelmeme rağmen, ismini duyduğum birçok hayvanı ilk defa gördüğüm yer burası oldu. İçeride macun, simit, kağıt helva satıcıları var. Buraya giriş çok cüzi bir rakam olsa da ben hiçbir ödeme yapmadım. Cebimdeki para ile simit alırsam diğerlerini alamayacağımı öğrendim. Canım sıkıldı. Ama ilk defa kağıt helvayı burada, Osmanlı’nın sarayının bahçesinde tadıyordum. Hayvanları, onların ilginç davranışlarını izlemekten, üzerimdeki ağaçların yapraklarının gökyüzünü kapatmasıyla, akşam olduğunu anlayamıyorum. Hemen bir telaş kaplıyor içimi; babamın kaldığı yere, o gelmeden gitmeliyim. Telaşla geldiğim yolu, bu kez yokuş çıkarak yürüyorum. Oysa planımda Topkapı Sarayı’nı da görmek vardı. Babam benim Elektrikçi Mehmet Dayı’da olduğumu bilse, burada kalır, Süleymaniye’ye kadar da yürümezdim. Ama dönmeliydim.

Babama nereleri gördüğümü, Elektrikçi Mehmet Dayı’ya uğradığımı ve hafta sonu onlarla denize gideceğimi söylüyorum. Seviniyor. Başkasıyla gitsem babam yine aynı tepkiyi verir miydi? Bilemiyorum. Ama, gerek Mehmet Dayı’ya, gerekse Sivaslı olan Hatice Yenge’ye çok güveniyordu. Ertesi gün babam soruyor “benimle pazara mı geleceksin, yoksa Sultanahmet’e mi gideceksin?” Benim aklımda henüz görmediğim Topkapı Sarayı var, ve ben bu gün de Sultanahmet’e gideceğim diyorum. Babam bir gün önceki harçlıktan fazlasını veriyor. İstanbul Üniversitesinin yanından, merdivenlerden aşağı meydana iniyorum. Sahafların önünden, Kapalı Çarşı’nın Beyazıt Kapısı’nın yakınından geçerek Çemberlitaş’a doğru yürüyorum. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin yanından geçerken içeriden çok bilmediğim kokular geliyor burnuma. Yıllar sonra adını da, tadını da öğreneceğim nargilenin kokusu. Çemberlitaş Sütunu, diğer adıyla Yanık Sütun karşılıyor beni. Gerçekten de sütunun üstünde, sanki taşları sıkıca sıkan demirden halkalar var. İmparator Konstantin’in İstanbul’un 7 tepesine diktirdiği sütunlardan biri Çemberlitaş Sütunu. Her biri 3 ton ağırlığında ve 3 metre çapında olan bileziklerle birbirine bağlanmış toplam 8 adet sütun ve bir kaidenin üst üste konulmasıyla oluşmuştur. Sütunun sol tarafında, yine yapısından anlaşıldığı üzere Osmanlıdan kalma yapanın muhtemelen Mimar Sinan olduğu düşünülen, 16. yüzyıl sonlarında 2. Selim’in eşi Nurbanu Sultan için yapılmış Çemberlitaş Hamamı.

Her an karşında beliren, çarpmamak için dikkatli olmak zorunda olduğun bir turist görüyorum. “Ne kadar güzel her yeri geziyorlar” diye içimden geçiriyorum. Belki bir gün ben de diye de ümit yeşeriyor içimden. Daha ilerliyorum aşağıya doğru, yine yolun solundan devam ediyorum. Burnuma nefis kebap kokuları geliyor. Üzerinde “Tarihi Sultanahmet Köftecisi” yazan lokantanın önündeyim. Birden acıktığımı hatırlıyorum. Ya da içeriden gelen kokular iştahımı açmış olabilir mi? Bu açlık hissi, yolumu değiştiriyor. Topkapı Sarayı’na gitmek yerine, Elektrikçi Mehmet Dayı’nın yanına gidiyorum. Beni Hatice Yenge karşılıyor. Ona acıktım demesem de sofra kuruluyor. Nefis bir kuru fasulye, yanında pilav. Biraz önce köftecinin açtığı iştahımla, tabakları silip süpürüyorum. Topkapı Sarayı ziyareti için, bir başka zamana kendimle randevulaşıyorum.

Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.