Nil’in efsane sesi: Ümmü Gülsüm

HABER MERKEZİ

Kahire’nin tozlu sokaklarında, Nil Nehri’nin bereketli deltasında, 1904 civarında bir kız çocuğu doğdu. Adı Fâtıma İbrâhim es-Sayyid el-Beltâcî’ydi – sonradan Ümmü Gülsüm olarak tanınacaktı. Bu isim, bir gün Arap dünyasının en ikonik sesiyle özdeşleşecek, milyonları büyüleyecekti. Fakir bir imamın kızı olarak dünyaya gelen Ümmü Gülsüm, çocukluğunu Kur’an ezberleyerek ve babasının dini şarkılarını dinleyerek geçirdi. Babası İbrâhim el-Sayyid el-Beltâcî, yerel camide imamlık yapıyor, aile geçimini dini törenlerde, düğünlerde ve bayramlarda şarkı söyleyerek sağlıyordu. Annesi Fatmah el-Maleegi ise ev hanımıydı, aile hayatı dini ve geleneksel değerlerle şekillenmişti. Küçük Ümmü, babasının yanında sahneye çıkmaya başladığında, dönemin toplumsal normları nedeniyle erkek kılığına girerek performans sergiliyordu. Bir bedevi başlığı ve erkek elbisesi giyerek, sesinin gücüyle dinleyicileri etkilemeye başladı. Bu, onun müzik yolculuğunun ilk adımıydı; bir çocuk prodiji olarak tanınmaya başlamıştı. 12 yaşındayken babası onun yeteneğini fark etti ve aile topluluğuna dahil etti. Kardeşi Halid ile birlikte babasının öğrettiği dini şarkıları söylerken, sesinin gücü camileri dolduruyordu.

Belgesel kamerası, deltadaki küçük köy Tamay ez-Zahayra’ya odaklanıyor: Burada, Nil’in suları altında büyüyen bir kız, Kur’an’ın ritimli ezgileriyle yoğruluyor. Ümmü Gülsüm, sadece dinleyerek öğreniyordu; babasının kardeşi Halid’e verdiği dersleri gizlice takip ediyor, ezberlediği ayetleri şarkı formunda tekrarlıyordu. 16 yaşına geldiğinde, ünlü şarkıcı Mohamed Abo Al-Ela tarafından fark edildi. O, Ümmü’ye klasik Arap repertuvarını öğretti, sesini daha da geliştirdi. Bu dönemde, Mısır’ın kırsal bölgelerinde turnelere çıkmaya başladı. Ancak aile, Kahire’nin çekimine karşı koyamadı. 1920’lerin başında, ilk ziyaretlerini yaptılar ve 1923’te kalıcı olarak taşındılar. Kahire, Arap müziğinin kalbiydi; burada geleneksel şarkılar modernleşiyor, plak şirketleri ve radyolar yeni yıldızlar doğuruyordu. Ümmü, şehrin kültürel çevrelerine adım attı; Amin Beh Al Mahdy ve kızı Rawheya ile tanıştı. Rawheya, ona ud çalmayı öğretti, klasik Arap müziğinin inceliklerini aktardı. Ancak başlangıç kolay olmadı: Kırsal kökenli görünümü nedeniyle alay edildi, “köylü kız” diye anıldı. Ümmü Gülsüm, bu eleştirilere meydan okuyarak imajını dönüştürdü; zarif elbiseler giydi, edebiyat ve şiir eğitimi aldı. Şair Ahmed Rami ile tanışması, kariyerini değiştirdi. Rami, ona 137 şarkı yazdı ve klasik Arap edebiyatını öğretti.

1923’te Odeon Records ile sözleşme imzaladı; kısa sürede Mısır’ın en yüksek ücretli sanatçısı oldu. 1926’da His Master’s Voice’a geçti ve ücretini ikiye katladı. Sesinin gücü – cam kıracak kadar kuvvetli, ama duyguları en derin şekilde yansıtan bir tını – hızla dikkat çekti. 1928’e gelindiğinde, Kahire’nin en üst düzey şarkıcıları arasında yer alıyordu. Radyo yayınlarının başlamasıyla, sesi evlere, kahvehanelere ve sokaklara yayıldı. Mısır Ulusal Radyosu’nun 1934’te kurulması, onun yükselişini hızlandırdı; aylık konserleri canlı yayınlanıyor, milyonlarca dinleyiciyi büyüleyerek Arap dünyasını bir araya getiriyordu. Bu konserler, her ayın ilk perşembesi gerçekleşiyordu ve 40 yıl sürdü. Sokaklar boşalıyor, insanlar radyoların başına geçiyordu. Ümmü Gülsüm, mikrofon kullanmadan şarkı söylüyordu; sesi o kadar güçlüydü ki, dinleyicileri “tarab” denilen trans haline sokuyordu – bir tür müzikal ecstasy.

Şimdi sahne 1930’lara kayıyor: Ümmü Gülsüm, sadece şarkıcı değil, bir aktris de olmuştu. 1936’da ilk filmi “Wedad”da rol aldı, ardından beş film daha geldi: “Nashid al-Amal” (Umut Şarkısı), “Dananeer”, “Aydah”, “Sallama” ve “Fatma”. Bu filmlerde sesini sinemaya taşıdı, aşk ve milliyetçilik temalarını işledi. Kariyeri boyunca yaklaşık 300 şarkı kaydetti; aşk, kayıp, özlem gibi evrensel temaları işleyen uzun, epik parçalarla tanındı. Şarkıları saatler sürebiliyordu – dinleyiciler transa girer, alkışlar arasında tekrarlar talep ederlerdi. Arap şiirini müzikle buluşturdu, besteciler Zakaria Ahmed, Riad Al Sunbati ve Mohammed Abdel Wahab ile işbirliği yaparak klasik Arap müziğini yeniledi. En ünlü şarkılarından bazıları: “Enta Omri” (Sen Benim Ömrümsün, 1964), “Al Atlal” (Harabeler, 1966), “Howa Saheeh El Hawa Ghallab” (1960), “Hayyart Alby” (1961), “Ghaneely Shwaya Shwaya” (1944) ve “Walad Al Hoda” (1946). “Enta Omri”, Abdel Wahab ile işbirliğinin zirvesiydi; aşkı anlatan bu şarkı, hala Arap dünyasının en sevilen eserlerinden. Dinleyiciler, şarkının her dizesinde duygusal bir yolculuğa çıkardı, Ümmü Gülsüm’ün sesi kalpleri titretiyordu.

1932’de Orta Doğu ve Kuzey Afrika turnelerine başladı: Şam, Bağdat, Beyrut, Rabat, Tunus ve Trablusgarp’ta sahne aldı. Bu turneler, onun pan-Arap kimliğini güçlendirdi. II. Dünya Savaşı sırasında ve 1952 Mısır Devrimi’nde, şarkıları milliyetçiliği ateşledi. Kral Faruk’un 1944’te ona Nishan el Kamal nişanı vermesine rağmen, kraliyet ailesiyle ilişkisi gerildi. Potansiyel bir evlilik teklifi reddedildiğinde, halka yöneldi. 1948 Arap-İsrail Savaşı’nda Mısır askerleri için şarkılar söyledi. Devrim sonrası, radyo yasağıyla karşılaştı ama Başkan Gamal Abdel Nasser müdahale etti. Nasser’in yakın dostuydu; konserleri diplomatik etkinliklere dönüşüyordu. “Wallāhi Zamān, Yā Silāī” şarkısı, 1960-1979 arası Mısır milli marşı oldu. Arap milliyetçiliğinin sesi olarak anıldı – “Mısır’ın Dördüncü Piramidi” ve “Doğu’nun Yıldızı” lakaplarını kazandı. 1967 Altı Gün Savaşı sonrası, konser gelirlerini orduya bağışladı, Arap dünyasında turnelere çıktı. Nasser ile ilişkisi karşılıklıydı: O, şarkılarıyla Nasser’in Pan-Arap gündemini destekledi, Nasser ise konserlerini korudu.

Kişisel hayatı, sahne ışığının ötesinde gizemliydi. Kamu imajını sıkı yönetiyordu; performans dışı nadiren görünüyordu. İlki 1954’te doktoru Hasan el-Hafnawi ile, olmak üzere, iki evliliği oldu. Çocukları olmadı. Cinsiyet normlarını zorladı; bazı kaynaklar lezbiyen olabileceğini tartışıyor, Rawheya Al-Mahdi ile yakın ilişkisi spekülasyonlara yol açtı. Sağlık sorunları kariyerini etkiledi: 1940’larda göz problemleri yaşadı, ağır güneş gözlükleri takmaya başladı – bu, ikonik imajının parçası oldu. Böbrek yetmezliği ve diğer rahatsızlıklar için Avrupa ve ABD’de tedavi gördü. Müzisyenler Birliği başkanlığı yaptı, sanat komisyonlarında yer aldı, hayır işlerine destek verdi.

1970’lere gelindiğinde, sağlık sorunları sahneyi bırakmasına neden oldu. Son konseri 1972’deydi. 3 Şubat 1975’te, Kahire’de böbrek yetmezliğinden vefat ettiğinde, cenazesi tarihin en büyük kalabalıklarından birini topladı – 4 milyon insan sokaklara döküldü, ağıtlar yaktı. Ölümü, bir dönemin sonuydu; ama mirası devam etti. Bugün, belgeseller, kitaplar, filmler ve müzikler onun hayatını anlatıyor. 2001’de Kahire’de Kawkab al-Sharq Müzesi açıldı. Batı sanatçıları – Bob Dylan, Robert Plant, Shakira, Beyoncé – ondan etkilendi. Maria Callas hayranıydı. Modern yorumlar, hologram konserleri ve örneklemeler devam ediyor. Ümmü Gülsüm, sadece bir şarkıcı değil, bir kadın liderdi, erkek egemen bir dünyada, sesiyle sınırları aştı ve Arap kültürünü şekillendirdi. Müziği, Batı teknikleriyle Arap ritmini birleştirdi, kadın sanatçılara ilham oldu.

Onun hikayesi, bir köylü kızının efsaneye dönüşümünü anlatır: Nil’in sularından yükselen bir ses, Doğu’yu aydınlatan bir yıldız. 

Ümmü Gülsüm’ün müziği, zamanı aşar; dinleyen herkesi, o eski Kahire gecelerine götürür. Arap dünyasında hala radyolarda çalınır, taksilerde yankılanır, kahvehanelerde tartışılır. Genç nesiller, onun şarkılarını yeniden keşfediyor; trap müzik örneklemelerinde, tiyatro oyunlarında, hatta Londra’daki müzikallerde yaşıyor. “Umm Kulthum & the Golden Era” gibi yapımlar, onun altın çağını sahneye taşıyor. Tartışmalı yönleri – cinsellik, siyaset – bile mirasını zenginleştiriyor . 

Ümmü Gülsüm, Arap kimliğinin sesi olarak ebediyen parlıyor.

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.