Mahremiyetin ölümü

Foto: Shutterstock.com

SABRİ UÇAR ÇALIŞKAN

Bir zamanlar mahremiyet, yüzyıllardır süregelen bir değerdi. İnsanlar, başkalarının görmesine izin verdikleri kadarını paylaşır; içsel yaşamlarını, yalnızca güven duydukları kişilere açardı. Ancak o günler tarih oldu. Şimdi bir devrin tam ortasındayız: Sosyal medyanın heykel tıraş gibi bireyleri yonttuğu, her birimizi birer “ürün”e dönüştürdüğü bir dönem. Öyle ki, mahremiyet dediğimiz kavram, artık bir müze eseri gibi cam fanuslar içinde sergileniyor. Ama kimse ilgilenmiyor. Çünkü dışarıda bir savaş var: Beğeni Savaşı.

Bir zamanlar birey, kendini keşfetmek için ormanlarda yürür, kitapların sayfaları arasında kaybolur ve gece göğüne bakarak varoluşunu sorgulardı. Şimdi ise bir ekranın soğuk ışığı altında, parmak uçlarıyla kendini “beğeni”lere kazıyarak varlığını kanıtlama çabasında. Sosyal medya, artık bir varoluş biçimi değil, bir varoluş zorunluluğu haline geldi. Dünya dönerken, bireyler kim olduklarını değil, ne olduklarını sergiliyor. Ürünler raflarda eskirken, bireyler kendilerini meta olarak piyasaya sürüyor.

Bugün sosyal medya, bireylerin kendilerini nesneleştirdiği bir sahneye dönüştü. Instagram’da sergilenen bir kahvaltı sofrası, TikTok’ta aşırıya kaçan samimiyetle çekilen dans videoları ya da X’te (eski adıyla Twitter) paylaşılan ağdalı bir cümle, hepsi aynı kapıya çıkıyor: “Beni fark et!” İnsanlık, özgünlüğünü kaybetme pahasına fark edilme uğruna yarışıyor. Sahnede yürürken elimizde ne varsa pazarlıyoruz; ama ironi şu ki, pazarlanan ürün aslında biziz.

Sosyal medya bir sahne değil, bir vitrin. Ancak bu vitrinin özelliği şu ki: İnsanın içindekini değil, dışındakini sergiler. Bir müzenin camlı dolabında bir Yunan heykelini izler gibi izlenmek için yaratılmıştır. Fakat burada sergilenen ne bir sanat eseri ne de tarihî bir kalıntıdır. Burada sergilenen biziz: İnsanlar. Kendimizi etiketlerle sınıflandırır, filtrelerle makyaj yapar ve “iyi bir hikaye”nin parçası olmak için her türlü duygumuzu metalaştırırız. Gülüşlerimiz “reels”, acılarımız “story”, başarılarımız ise “post” formatında hayat bulur.

Bir zamanlar insanlar, hayatlarının belli yönlerini başkalarından saklamaktan gurur duyardı. Şimdi ise saklanması gereken her şey, şeffaf bir pencereden sergileniyor. İnsanlar, duygusal çöküşlerini reels’lerle süsleyip, gözyaşlarını estetik filtrelerle yayımlıyor. Oysa ki mahremiyet, insan olmanın temel bir taşı değil miydi? Artık değil. Çünkü mahremiyet, sosyal medya devlerinin algoritmik matematiği içinde hesaplanamaz bir değer. Görünen o ki, bir filtrede yüzümüzü saklamaya bile gerek duymuyoruz.

Birinin acısını paylaştığını zannettiğiniz o “hikâye” aslında dramatik bir senaryo. Kimse ağlamıyor, kimse kahkaha atmıyor. Sosyal medyada herkes, farklı bir kimliğin oyuncusu. Ve bu oyunun en ironik yanı, gerçeklik illüzyonunun altında ezilmemiz.

Sosyal medya kullanıcıları, kendi hayatlarını birer “reklam” gibi sunuyor. Bir düşünün: Hangi ürün daha değerli? Araba mı, çanta mı, yoksa biz mi? Şimdiye kadar reklamlar hep ürünleri ön plana çıkardı. Fakat bugün, artık bireylerin kendisi bir “ürün” olma yolunda.

“Daha çekici bir profil için üç kolay adım” rehberleri, “En çok beğeni alan filtreler” listeleri… Her şey kendimizi daha iyi bir ambalajla sunmamız için. Burada ironiyi fark ettiniz mi? İnsanlık, bu yarışta o kadar ileri gitti ki, kendi değerini aşmaya çalışırken kendi değersizliğini yarattı.

Artık insanlar, kendileriyle yarışıyor. Kim olduğumuzun bir önemi kalmadı; nasıl göründüğümüz önemli. “Evet, depresyondayım” diye haykıran bir influencer’ın yüzünde dudak dolguları ve estetikli bir burun var. Depresyonun reklamı bu mu olmalıydı?

Bir gün birine “Nasılsın?” diye sorduğunuzda şu cevabı alabilirsiniz:

— Takipçi sayım 50 kişi arttı, çok şükür.

Eskiden insanlar, ruh haliyle, sağlık durumuyla, hayalleriyle yaşıyordu. Şimdi ise “takipçi” gibi yaşıyor. Ve biz bu topluma “modern” diyoruz. Hayır, modern değiliz; yalnızca iyi paketlenmiş, dijital birer ürünüz.

Bireyler bu devasa pazarda kendilerini sergiliyor; güvensizliklerini, kıskançlıklarını, yeteneklerini ve bazen yalnızlıklarını… Mahremiyet? Ölmüş bir dil gibi. “Mahremiyet ne demekti?” diye sorulacak bir gün. Bir nesneye dönüşmenin ilk kuralı, mahremiyeti gömmek oldu çünkü.

Artık bireylerin kendini aşma çabası, mahremiyetin sınırlarını yok etti. Peki, bu durum bizi ne kadar ileriye taşıyor? Görünen o ki, sosyal medya bizi tanrılaştırmadı; tam aksine, köleleştirdi. Ve biz bu kölelikten keyif alıyoruz.

Gelin kendimize şu soruyu soralım: Biz ürün müyüz? Yoksa “daha çok tıklanabilir” hale getirilmiş nesneler mi? Bir zamanlar ürünlerin sahip olduğu pazarlama stratejilerine, şimdi bireyler sahip. Öyle ki, kimliğimizden ziyade, kimliğimizin nasıl paketlendiği önemli hale geldi.

Belki de insanlık, kara mizahın zirvesine ulaştı. Mahremiyeti öldürdük, yerine filtreli gerçeklikler koyduk. 

Kimse artık gerçek yüzünü görmek istemiyor. Çünkü bu “sanal podyumda” yürümek, düşmekten daha kolay. Ama unutmamak gerek: Sosyal medya asla unutmaz.

Kara mizah tam da burada başlar. İronik olan şu ki, bu kadar dikkat çekmeye çalışırken kimse kimseyi gerçekten önemsemez. Düğünlerde dans eden insanlar değil, dans eden insanların dans ettiği videolar ilgimizi çeker. Tatilde yediğiniz yemek değil, yemeğinizin üzerine yazdığınız *“Bu sabah güneş bir başka doğdu” cümlesidir takipçilerinize iyi gelen. Mahremiyet? O da ne? Bir zamanlar kutsal bir alan olan özel hayat, şimdi “paylaşılmamış içerik” olarak adlandırılan bir tür eksiklik hali.

Bize gülümseyen yüzlerimizi unutturmaz. Kendi yarattığımız bu reklam dünyasında, kendimize baktığımızda göreceğimiz tek şey: “Beğenilmek için her şeyimizi vermişiz.”

Sosyal medya, bir varoluş biçiminden çok bir yokoluş biçimidir. Her post, aslında içimizden bir parçayı kaybettiğimiz bir anı temsil eder. Beğeni almak için “kusursuz” görünme çabası, bizi birer boş kabuğa dönüştürüyor. Ama ironik olan şu ki, herkes bu sahte oyunu oynuyor ve kimse sahte olduğunu itiraf edemiyor.

Belki de bu yüzden, sosyal medyada herkes “iyi” görünüyor ama kimse gerçekten mutlu değil. Çünkü gerçek mutluluk, bir ekranın arkasında değil, gözlerin birbirine baktığı anlarda saklıdır. Ama biz o anları da bir gün paylaşırız, değil mi? “Anı yaşa” derken bile story açarız.

İşte insanın yeni trajedisi: Varlık değil, vitrin. Gerçeklik değil, gösteri. Ve mahremiyet? O da yalnızca algoritmanın elinde bir pazarlama malzemesi.

Belki bir gün, “offline” olmanın devrimsel bir hareket olduğu bir dünyaya uyanırız. Ama o güne kadar, güzel bir hikaye için mahremiyetimizi satmaya devam edeceğiz.

1 comments
  1. Harika bir makale farkındalık oluşturabilecek bir yazı bence farklı platformlarda da paylasilmali buraya munhasir kalmamalı ben çok istifade ettim kaleminize ve emeğinize sağlık sabri bey

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.