Lütfedilmiş özgürlük

Hikaye, bir asır öncesine, Britanya İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nın son demlerinde Ortadoğu’nun kaderini belirlediği günlere dayanıyor. Bu dönemde İngiltere, bölgede bir avuç Araplara bağımsızlık sözü verirken (Mekke Şerifi Hüseyin’e), diğer yanda Fransa ile gizlice Sykes-Picot Anlaşması’nı imzalayarak Ortadoğu’yu kendi nüfuz alanlarına bölüyordu.

SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT

Kaderin acı bir cilvesi mi, yoksa bir imparatorluğun gecikmiş pişmanlığı mı? Yıllardır dilsiz kalan bir vicdan, gece yarısı gelen bir haberle dile geldi. İngiltere, bir zamanlar kendi elleriyle çizdiği haritada gözden çıkardığı Filistin’i devlet olarak tanıyabileceğini fısıldadı. Ancak bu söz, yakılıp yıkılmış, yerle bir edilmiş bir coğrafyanın üzerinde yankılanan boş bir vaat gibi duruyor. Özgürlük, ancak topraklar küle döndükten, evler yıkıldıktan ve binlerce can yok olduktan sonra mı gelir? Bu, bir devletin değil, belki de bir hayaletin tanınmasıdır. Bir zamanlar dünyanın en büyük imparatorluğu olan Britanya’nın, kendi yarattığı karmaşanın ve tarihsel çelişkilerin gölgesinde, geçmişin hayaletleriyle yüzleşme çabasıdır.

Tarihsel Zemin: Mirasın Gölgesi ve İki Yüzlü Siyaset

Hikaye, bir asır öncesine, Britanya İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nın son demlerinde Ortadoğu’nun kaderini belirlediği günlere dayanıyor. Bu dönemde İngiltere, bölgede bir avuç Araplara bağımsızlık sözü verirken (Mekke Şerifi Hüseyin’e), diğer yanda Fransa ile gizlice Sykes-Picot Anlaşması’nı imzalayarak Ortadoğu’yu kendi nüfuz alanlarına bölüyordu. Bu iki yüzlü politika, imparatorluğun çıkarlarını koruma altına alırken, bölge halklarının kaderini hiçe sayıyordu. İşte bu ikiyüzlü siyasetin tam ortasında, 1917 yılında, sihirli bir mektup ortaya çıktı: 

Balfour Deklarasyonu.

Dönemin Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un, önde gelen Siyonist lider Lord Rothschild’e gönderdiği bu mektup, “Yahudi halkı için Filistin’de bir ulusal vatanın kurulmasını” destekliyordu. Bu tek cümlelik taahhüt, Yahudi göçmenlerin Filistin’e akışının önünü açarken, aynı zamanda “hâlihazırda Filistin’de yaşayan gayrimüslim toplulukların sivil ve dini haklarına halel getirilmeyeceği” gibi kibar bir not düşmüştü. Bu kibar not, tarihi bir yalandan ibaret kaldı. İngiltere’nin bu stratejik hamlesi, o dönem Amerika ve Rusya’daki Yahudi topluluklarının savaş çabalarına desteğini kazanma amacı taşıyordu. Aynı zamanda, Ortadoğu’nun stratejik kapısı olan Süveyş Kanalı’nı ve bölgenin zengin petrol kaynaklarına giden yolları güvence altına alacak sadık bir müttefik yaratma arzusunun bir yansımasıydı. Yahudi yerleşimcilerin bu bölgede İngiltere’ye sadık kalacağına olan inanç, imparatorluk için geleceğe yönelik bir sigorta poliçesi gibi görülüyordu.

İngiliz Filistin Mandası: Karmaşa ve Kanlı Miras

Birinci Dünya Savaşı sonrası, Milletler Cemiyeti eliyle Filistin, İngiltere’ye manda olarak verildi. Bu manda görevi, sadece bölgeyi yönetmekten ibaret değildi; aynı zamanda hem Yahudi halkı için bir “ulusal vatan” kurmayı hem de “mevcut Arap halkının haklarını korumayı” hedefliyordu. Bu çift taraflı ve esasen birbiriyle çelişen görev, Filistin’deki çatışmanın tarihsel zeminini oluşturdu. İngilizler, aynı anda hem birini hem de diğerini memnun etmeye çalışarak, aslında her iki tarafın da nefretini kazanıyordu.

1. Hızlı Göç ve Artan Gerilim (1920’ler):

İngiliz yönetiminin ilk yılları, Filistin’e olan Yahudi göçünün hızlanmasıyla karakterizedir. Doğu Avrupa’daki artan antisemitizmden kaçan binlerce Yahudi, “Siyonist” ideallerle Filistin’e yerleşmeye başladı. İngiliz Yüksek Komiseri Herbert Samuel’in kendisinin de ateşli bir Siyonist olması, Araplar arasında yönetimin taraflı olduğu algısını pekiştirdi. Siyonist örgütler, yerel Filistinli toprak sahiplerinden büyük araziler satın alarak, bu toprakları sadece Yahudi yerleşimcilere tahsis etti. Bu durum, Arap köylülerin yerlerinden edilmesine, geleneksel tarım düzeninin bozulmasına ve ekonomik dengelerin hızla Yahudilerin lehine değişmesine yol açtı. Yerli halkta, sadece topraklarını değil, aynı zamanda kimliklerini ve geleceklerini de kaybetme tehdidi algısı oluştu. Bu gerilim, ilk küçük çaplı direniş hareketlerinin ve karşılıklı saldırıların fitilini ateşledi.

2. Büyük Arap Ayaklanması: Kırılma Noktası (1936-1939):

Bu dönemin en belirgin ve kanlı olayı, Filistinli Arapların İngiliz yönetimine ve Yahudi göçüne karşı başlattığı Büyük Arap Ayaklanması’dır. Başlangıçta genel bir grevle başlayan protestolar, kısa sürede tam teşekküllü bir isyana dönüştü. Silahlı direnişçiler, İngiliz askeri hedeflerine ve Yahudi yerleşimlerine saldırdı. İngiltere’nin bu ayaklanmaya cevabı son derece sert oldu. İmparatorluk, on binlerce askerini bölgeye sevk etti. Hava kuvvetleri kullanıldı, toplu tutuklamalar yapıldı ve sivil kayıplara neden olan askeri operasyonlar düzenlendi. Binlerce Filistinli hayatını kaybetti, liderler tutuklanıp sürgüne gönderildi. Bu bastırma operasyonu, Filistin toplumunun siyasi ve sosyal yapısını on yıllarca onarılamayacak şekilde zedeledi.

3. Peel Komisyonu ve Bölme Teklifi (1937):

Ayaklanmanın nedenlerini araştırmak için kurulan Peel Komisyonu, manda yönetiminin artık sürdürülemez olduğunu ve Filistin’in aynı anda hem bir Arap hem de bir Yahudi vatanı olamayacağını resmen rapor etti. Komisyon, Filistin’i ikiye bölmeyi önerdi: daha küçük ama verimli bir kıyı şeridinde bir Yahudi devleti, geri kalan dağlık ve çöl bölgelerinde ise bir Arap devleti kurulacaktı. Bu teklif, arazilerin verimli bölgelerini Yahudilere bırakırken, Araplara daha az gelişmiş bölgeleri ayırıyordu. Bu nedenle teklif, her iki tarafça da reddedildi. Araplar topraklarının bir kısmını bile kaybetmeyi kabul etmezken, Siyonistler planı ileride daha fazla toprak talep etmek için bir başlangıç noktası olarak gördüler.

4. İngiliz Politikasında Keskin Dönüş: 1939 Beyaz Kitabı:

İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla İngiltere, Ortadoğu’daki petrol kaynaklarına olan ihtiyacı nedeniyle Arap dünyasının desteğini kaybetmek istemiyordu. Nazizm tehdidi karşısında Arap uluslarının desteğini kazanmak, Siyonistlere verdikleri sözlerden daha önemli hale geldi. Bu durum, İngiliz politikasında radikal bir değişikliğe yol açtı. Hükümet, 1939’da Beyaz Kitap’ı yayımlayarak Yahudi göçüne ciddi kısıtlamalar getirdi, arazi satışlarını sınırlandırdı ve 10 yıl içinde Filistin’de birleşik ve bağımsız bir devletin kurulmasını taahhüt etti. Bu belge, Siyonistler tarafından bir ihanet olarak algılandı.

5. Savaş Sonrası Çözümsüzlük ve Kaçış (1945-1948):

İkinci Dünya Savaşı’nın ve Holocaust’un dehşetinin ardından, Yahudilerin Filistin’e olan göç baskısı daha da arttı. Siyonist yeraltı örgütleri (Irgun ve Lehi gibi) artık İngiliz yönetimine karşı silahlı direniş başlatmıştı. 1947’de Irgun’un Kudüs’teki King David Hotel’e, yani İngiliz yönetiminin karargahına düzenlediği bombalı saldırı, İngiltere’nin Filistin’de artık tutunamayacağının en açık işaretiydi. Ekonomik olarak savaşın yükü altında ezilen ve Filistin’de artan şiddetle baş edemeyen İngiltere, 1947’de sorunu Birleşmiş Milletler’e devrederek bölgeden çekilme kararı aldı. Birleşmiş Milletler’in bölme planı, 1948 savaşını ve Nakba’yı (Büyük Felaket) tetikledi. İngiliz Mandası dönemi, kendi içinde çelişkili politikaların ve çatışan vaatlerin bir bileşimiydi. İngiltere, bölgede bir denge kurmak yerine, aslında iki tarafı da birbirine düşman eden bir zemin hazırlamış ve bu durum bugünkü trajedinin tohumlarını atmıştır.

Pragmatik Bir Hamle: Gece Yarısı Gelen Söylem

Bugün, İngiltere’nin Dışişleri Bakanı David Cameron, Filistin’i devlet olarak tanıma ihtimalini dile getiriyor. Bu sözler, sadece bir diplomatik açıklama değil, aynı zamanda geçmişin hatalarıyla yüzleşme zorunluluğunu da ortaya koyuyor. Ancak bu yüzleşme, acı bir ironiyi de beraberinde getiriyor.

Bir zamanlar kendi elleriyle çizdiği haritalarda Filistin’i görmezden gelen, hatta isyanlarını kana bulayan bir imparatorluğun, şimdi yıkılmış bir şehirde, yerinden edilmiş milyonlarca insanın önünde “seni tanırım” demesi ne kadar anlamlı olabilir? Bu, geç kalınmış bir özgürlük çağrısıdır. Filistin’in devlet olarak tanınması, şimdiki durumda, bir hayaletin tanınması gibi duruyor. Bir zamanlar var olan evlerin, hayatların ve umutların yıkıntılarının tanınması. Bu tanıma, bir ahlaki borcun ödenmesi mi, yoksa uluslararası kamuoyunda artan baskıyı hafifletmek için yapılmış pragmatik bir dış politika hamlesi mi?

Bu söylemin arkasında yatan motivasyonlar, önceki analizin de ötesine geçerek daha derin bir sorgulamayı gerektirir. Değişen Dünya Kamuoyu ve uluslararası baskı, İngiltere’yi bu yönde adım atmaya iten en önemli faktörlerden biri. Gazze’deki son gelişmeler, sadece Ortadoğu’da değil, Batı dünyasında da İsrail politikalarına karşı büyük bir tepkiye neden oldu. Artık Filistin’in varlığına yönelik destek, diplomatik bir jestten çok, bir ahlaki duruş haline geldi. İngiltere, bu ahlaki duruşun gerisinde kalmamak için harekete geçti.

Ayrıca, İngiltere’nin yıllardır donmuş olan iki devletli çözüm sürecine yeni bir ivme kazandırma çabası da bu kararda etkili. İngiltere, Ortadoğu’daki nüfuzunu ABD’nin yükselişiyle birlikte büyük ölçüde kaybetmişti. Filistin’i tanıma ihtimalini gündeme getirerek, bölgede yeni bir diplomatik rol üstlenmek ve barışın tesisi için bir aktör olarak yeniden sahneye çıkmak istiyor olabilir. Bu, kendi geçmişiyle yüzleşme ve kaybettiği ahlaki otoriteyi yeniden kazanma girişimi olarak da okunabilir.

İngiltere’nin Filistin’i tanıması

İngiltere’nin Filistin’i devlet olarak tanıma söylemleri, tarihsel sorumluluğun geç de olsa kabulü olarak görülebilir. Ancak bu kabul, tarihsel bir ironi taşımaktadır. Zira bu adım, yüz yılı aşkın bir süre önce Filistinlilerin topraklarını ve haklarını göz ardı eden bir politikanın doğrudan sonucudur. Bir zamanlar kendi elleriyle çizdiği haritalarda Filistin’i yok sayan bir imparatorluğun, şimdi yıkılmış bir coğrafyada “seni tanırım” demesi, hem bir ahlaki borcun ödenmesi hem de yeni bir jeopolitik düzen içinde kendisine yer arayan bir ulusun karmaşık hamlesidir.

Filistinliler için bu, özgürlüğün ancak gece yarısı, en karanlık zamanda, her şeyini kaybettikten sonra geldiği acı gerçeğidir. Evler, şehirler ve yaşamlar yok edildikten sonra gelen bu tanıma, özgürlüğü değil, daha çok geride kalanların anısına saygı duruşu niteliğindedir. Bir ulusun varlığını tanımak için o ulusun neredeyse yok oluşunu beklemek, tarihin en büyük ironilerinden biridir. Bu, sadece Filistin’in değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki tüm karmaşanın ve bitmeyen çatışmaların temelinde yatan, vicdan muhasebesi yapılmamış bir politik mirasın hikayesidir. 

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.