1970’lerin sisli bir Varşova sabahında, Yahudi Soykırımı anıtının önünde diz çöken adam, sadece bir özür dilemiyordu. O an, Willy Brandt, savaş sonrası Almanya’sının vicdanı olarak tarihe geçecek bir sayfa açıyordu. Nazi zulmünden kaçıp Norveç’te direniş hareketine katılan genç bir adamın, yıllar sonra Almanya Şansölyesi olarak kendi ülkesinin karanlık geçmişiyle yüzleşmesiydi bu.
Brandt’ın hikayesi, aslında modern Almanya’nın da hikayesiydi. Sürgünde geçen yılları, ona bambaşka bir vizyon kazandırmıştı. Konuştuğunda, sadece politikacı değil, adeta bir halk ozanı gibiydi. İşçiler onu “Willy” diye çağırır, entelektüeller fikirlerine hayran kalırdı. “Daha fazla demokrasi cesareti” derken gözlerinde parlayan ışık, tüm bir nesli etkilemişti.
Soğuk Savaş’ın buz gibi atmosferinde, o sıcak bir nefes gibiydi. Doğu Politikası ile duvarları yıkmaya çalışırken, aslında zihinlerdeki duvarları da yıkıyordu. Her konuşmasında barışı vurgular, jest ve mimikleriyle samimiyetini gösterirdi. Hamburg’un işçi mahallelerinden Bonn’un şık koridorlarına kadar, herkes onun dilinden anlardı.
“Der Macher”
Sonra Helmut Schmidt geldi. O, Brandt’ın şiirsel vizyonerliğinden sonra, adeta bir matematik öğretmeni gibiydi. “Der Macher” – Yapıcı adam. Hamburg’un rüzgarlı limanından yetişen bu adam, II. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde savaşmış, sonra ekonomi okumuş, şehir planlamacısı olmuştu. 1974’te şansölyelik koltuğuna oturduğunda, Almanya’yı zorlu bir dönem bekliyordu.
Petrol krizi dünyayı sarsmış, enflasyon yükselmiş, işsizlik artmıştı. Schmidt, bu krizde Fransız Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing ile birlikte Avrupa Para Sistemi’ni kurdu. “Bugünün karları, yarının yatırımları, öbür günün işleridir” diyordu her fırsatta. Ekonomist kimliği, onu global bir lider yapmıştı. G7 zirvelerinde adeta bir orkestra şefi gibiydi.
RAF terörü sokaklarda kol gezerken, Schmidt‘in “Mogadişu Operasyonu” ile rehineleri kurtarması, onu ulusal bir kahramana dönüştürdü. Yeşiller’in nükleer karşıtı protestolarına rağmen, enerji politikasından taviz vermedi. Ancak asıl tartışmalı kararları, silahlanma politikalarında geldi.
Schmidt, II. Dünya Savaşı’nda bizzat Wehrmacht’ta görev yapmış bir askerdi. Savaşın dehşetini görmüştü, ama paradoksal biçimde, barışın ancak güçlü bir savunmayla korunabileceğine inanıyordu. “Barış içinde yaşamak istiyorsanız, savaşa hazır olmalısınız” sözü, onun bu yaklaşımının özetiydi.
NATO’nun “çift karar” stratejisini savunurken, Alman solunun büyük tepkisini çekti. Pershing II füzelerinin Almanya’ya yerleştirilmesini destekledi. Ona göre, Nazi döneminin travmasıyla silahsızlanmaya gitmek, Sovyetler karşısında Avrupa’yı savunmasız bırakacaktı. “Silahsız barışçılık, tehlikeli bir yanılsamadır” diyordu her fırsatta.
Alman Silahlı Kuvvetleri Bundeswehr’in modernizasyonunu savundu, zorunlu askerlik hizmetini destekledi. SPD’nin geleneksel pasifist kanadıyla ters düştü bu konuda. Ama o, pragmatik güvenlik politikalarından taviz vermedi. Belki Brandt kadar sevilen biri değildi, ama kriz anlarında herkesin güvendiği adamdı.

Puro içen yoldaş
Yıllar sonra, bambaşka bir rüzgar esti SPD koridorlarında. Gerhard Schröder, partinin klasik çizgisini adeta tersyüz etti. İtalyan takımları giyen, puro içen bu yeni nesil sosyal demokrat, Blair’in “Üçüncü Yol”unu Almanya’ya taşıdı. “Yeni Merkez” politikasıyla, parti geleneklerini sarsıyordu.
Agenda 2010, onun en tartışmalı mirasıydı. İşsizlik parası süresini kısalttı, sosyal yardımları yeniden düzenledi, işgücü piyasasını esnekleştirdi. “Hartz IV” reformları, milyonlarca Almanın hayatını değiştirdi. Parti tabanı öfkeliydi, ama Schröder kararlıydı. “Ya değişim, ya çöküş” diyordu.
Dış politikada da ezber bozdu. ABD’nin Irak işgaline karşı çıktı, bu duruşuyla sol seçmenin gönlünü kazandı. Ama asıl tartışma yaratan, Rusya ile kurduğu yakın ilişkilerdi. Putin’le dostluğu, Kuzey Akım boru hattı projesi, ileride büyük tartışmalara yol açacaktı. Ancak o dönemde bu, Almanya’nın enerji güvenliği için pragmatik bir adım olarak görülüyordu.
2005’te seçimleri kaybettiğinde, arkasında bambaşka bir SPD bırakıyordu. Artık bu parti, işçi sınıfının geleneksel partisi değil, “modernleşmeci” bir çizginin temsilcisiydi. Schröder’in reformları, Almanya’yı Avrupa’nın ekonomik motoru yapmıştı belki, ama sosyal demokrat hareketin DNA’sını da değiştirmişti.
Ve bugün, Hamburg’un yağmurlu sokaklarında yetişmiş bir finans teknokratı var SPD’nin başında. Olaf Scholz, belki de partinin en “renksiz” lideri. Ama belki de tam da bu yüzden, karmaşık bir dönemin adamı. Pandemi, Ukrayna Savaşı, enerji krizi, göçmen sorunu, AfD’nin yükselişi… O, tüm bu fırtınada, duygularını nadiren gösteren bir kaptan gibi.

Excel tabloları arasında yaşayan adam
Hamburg Belediye Başkanlığı döneminde göçmenlerle ilgili pragmatik politikalar üretmişti. Şimdi ise çok daha büyük bir meydan okumayla karşı karşıya. Suriye’den başlayan, Ukrayna ile devam eden göç dalgası, Almanya’nın demografik yapısını değiştirirken, toplumsal gerilimleri de artırıyor. Scholz, bir yandan “kontrollü göç” politikasını savunurken, diğer yandan entegrasyon sorunlarıyla boğuşuyor.
Göçmen meselesi, onun teknokrat yaklaşımının sınırlarını da gösteriyor aslında. Rakamlarla ve kotalarla çözülebilecek basit bir mesele değil bu. AfD’nin göçmen karşıtı söylemleri toplumda karşılık bulurken, Scholz’un “düzenli göç” ve “kalifiye işgücü” vurgusu, sokaktaki insanın kaygılarına tam olarak dokunmuyor. Willy Brandt‘ın “insanlar gelir” dediği 60’ların misafir işçi programından çok farklı bir Almanya var artık karşısında.
Scholz‘un en büyük şanssızlığı, belki de zamanlaması. Brandt‘ın karizması, Schmidt‘in kriz yönetimi becerisi ya da Schröder‘in reform cesareti gibi belirgin özellikleri yok. O daha çok, Excel tablolarında yaşayan bir teknokrat. AfD’nin öfkeli söylemleri karşısında, rakamlarla ve istatistiklerle konuşuyor. Kentlerdeki gettolaşmadan, iş piyasasındaki ayrımcılığa, eğitim sistemindeki eşitsizliklerden kültürel çatışmalara kadar uzanan göçmen sorunları karşısında, onun teknokratik dili yetersiz kalıyor. Sokaktaki insanın duygularına dokunmakta zorlanıyor.
Bu hikaye, aslında sadece dört liderin değil, bir partinin, bir ideolojinin, bir ülkenin dönüşümünün hikayesi. Brandt‘ın vizyoner sosyal demokrat politikalarından, Schmidt‘in kriz yönetimine, Schröder’in neo-liberal dönüşümünden Scholz‘un teknokratik pragmatizmine uzanan yol, belki de çağımızın en büyük siyasi dönüşümlerinden birini anlatıyor.
Bugün SPD’nin kızıl gülü, belki eskisi kadar parlak değil. Ama bu gül, Almanya’nın en eski partisinin sembolü olarak, hala ayakta. Brandt‘ın vizyonu, Schmidt‘in kararlılığı, Schröder‘in cesareti ve Scholz’un pragmatizmi, bu gülün farklı yaprakları gibi. Her biri, kendi döneminin ruhunu yansıtıyor.
Ve belki de asıl soru şu: Gelecekte bu gül nasıl açacak? Popülizmin rüzgarında, küresel krizlerin gölgesinde, sosyal demokrasinin bu kızıl gülü, yeni bir bahar için nasıl bir yol bulacak? Bu sorunun cevabı, belki de geçmişin başarılı liderlerinden alınacak derslerde ve geleceğin getireceği yeni sentezlerde yatıyor.
(seb)