Kısık sesli bir hikaye: Enver Karagöz

12 Eylül döneminde işkencelerden geçen ve ses tellerini kaybeden Enver Karagöz’ün eşi Işılay Karagöz yaşadıklarını Tahta Gemi’ye anlattı.

Tahta Gemi: Evet, Işılay Abla. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok çok teşekkür ediyorum. Minnettarım. Dergimiz, özellikle işkenceye karşı son derece duyarlı bir yayın. İşkenceyi, insan haklarına karşı çok büyük bir saldırı olarak değerlendiriyoruz. Eşiniz de Türkiye’de çok ağır işkencelere maruz kaldı. Bu işkencelerden dolayı sağlığını kaybetti ve vefat etti. Tekrar başınız sağ olsun. Öncelikle Enver Karagöz’ü tanıyalım, sonra sizi tanıyalım.

Işılay Karagöz: Adım Işılay Karagöz. Artvinliyim. Enver Karagöz de Artvin Şavşatlıydı. 12 Eylül’ün ilk sabahı Artvin’de gözaltına alınan iki kişiyiz; bir de ablam. Ben memurdum. Eşim lise edebiyat öğretmeniydi. İki çocuğumuz, iki torunumuz var. Kısaca böyle diyelim. Emekli oldum. Yılbaşından beri durumum kısaca böyle.

Tahta Gemi: Rahmetli Enver Bey’le nasıl tanıştınız? Nasıl bir gençliğiniz vardı? O dönemler tabii çalkantılı yıllardı.

Işılay Karagöz: Evet, ben yetmiş beş mezunuyum. Ben lisede okurken, Enver şubat tatilinden sonra okulumuza atandı. Altmışlı yıllarda görevden atılan bir öğretmendi. Oradan askere gidiyor, askerlikten sonra boş kalıyor. Sonra büyük zorluklarla yeniden tayin istiyor ve Artvin Kazım Karabekir Lisesi’ne geliyor. Orada da çok farklı bir öğretmendi. Sürekli teneffüslerde öğrencilerle dolaşır; ülkenin durumu, ülkenin geleceği hakkında konuşur, sürekli politika ve insani yanıyla yaklaşarak çok değişik bir öğretmen portresi çizerdi. Ve bütün çocuklar, yani hepimiz, gençler diyeyim, onu çok seviyorduk. Benim sınıf öğretmenim değildi ama bütün öğrenciler ona hayrandı. Çünkü sınıfta çok güzel şiirler okurdu, sesi çok güzeldi. Çok güzel öyküler okurdu; tam da edebiyat öğretmeniydi, kendi dalıydı. Arkadaşlar böyle anlatınca, ben de şiiri çok sevdiğim için bir gün dersini dinlemeye gideyim dedim.

Gittim, “Dersinize girebilir miyim?” dedim. Şakacı bir ses tonuyla “Gir,” dedi, “En arkada otur.” Neyse, tamam gittim, en arkada oturdum. Sınıfta Ahmed Arif’in “Anadolu” şiirini okudu. Tanıyor musunuz o şiiri? Ben o zamanlar politikayla hiç ilgili değildim, her şey toz pembeydi. O şiirle birlikte şok oldum. Ondan sonra da Montaigne’in denemelerinden bir bölüm açtı, okudu, okudu. Sonra kitabı pat diye kapattı. Herkes “Hocam okuyun, hocam okuyun!” diye merakla dinliyordu; hepimiz için yeni şeylerdi. “İsmail Amca’nın kitapçı dükkanı var, gidin oradan alın,” dedi. Ama kendisinin şöyle bir özelliği vardı: Herhalde maaşının üçte biriyle çocuklara kitaplar alır, “okuyun” diye hediye ederdi. Onu da öylece bırakmazdı. Aradan bir süre geçince çağırır, “Ne okudun, ne anladın?” diye okuyup okumadığını kontrol ederdi. Öyle bir öğretmendi. O şiirle ben ona aşık oldum. Hiç tanımıyordum işte, o kadar çocuk arasından… Ben o zaman on yedi yaşındaydım. Onun “Ben hep on yedi yaşındayım” diye bir şiiri var ya…

Tahta Gemi: Peki kendisi kaç yaşındaydı o zaman?

Işılay Karagöz: O yirmi yedi yaşındaydı. Ama o kadar çocuk gibi bir görünümü vardı ki, çok genç gösteriyordu. Annem onu gördüğünde öğretmen olduğuna kesinlikle inanmadı, “Dünkü çocuk bu, ne öğretmeni!” dedi. Çok genç gösteriyordu. İlk aşkım öyle başladı. Onun haberi yok tabii. Ben çocukça bir aşkla ona tutulmuştum, onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Liseyi bitirdim. Erzurum’a üniversiteyi kazandım, güya bir eğitimci olacaktım. Erzurum’da o zaman faşistler çok kötüydü, korkunç olaylar oluyordu. Bir kızın yüzüne kezzap dökmüşlerdi. Kaydımı yaptırdım. Annem bu olayı duydu ve “Kesinlikle seni oraya göndermem. Okumanı da istemiyorum. Durum böyleyse… Bizim sülalede herkes okumuştur (ama bu şartlarda olmaz)” dedi. Ağladım, sızladım ama “Hayır” dedi, yollamadı. Ben de sınavlara girerek Orman İşletmesi’nde memurluğa başladım. O sırada Enver, Halkevi’nde bir tiyatro grubu kurmuştu. Ben de gittim, “Ben de oynayacağım” diye. Böyle işte, elime ne geçerse okuyordum, büyük edebiyat kitapları… Ondan sonra farklı farklı kitaplar okumaya, bilinçlenmeye başladık. İlk tanışmamız öyle oldu. Lisede, lise aşkı diyelim. En güzel aşk.

Tahta Gemi: Peki politik olarak Enver Bey aktif biri miydi? Siyasi olarak? Enver Bey’in siyasi faaliyetleri nasıldı o zaman? Aktif miydi? Eylemlere katılıyor muydu?

Işılay Karagöz: Artvin’de Öğretmenler Derneği vardı, meşhur TÖD-DER. TÖD-DER, benim için Türkiye’nin öncü gücüydü. Çünkü Türkiye’nin her yerinde kök salmıştı ve oranın hareketliliğini, canlılığını, politikanın yükselmesini sağlıyordu. Bir de o dönemin başka şehirlerini bilmiyorum ama Enver ve arkadaşlarının öğretmenlik yaptığı dönemde, örneğin tatillerde evde oturmazlardı. Öğrencilere okulda ücretsiz üniversiteye hazırlık kursları verirlerdi. Ve inanır mısınız, o dönemde işkence gören gençlerden beşi hukuk fakültesini kazandı ve şimdi avukatlar; o öğretmenlerin çabasıyla. Bir sürü genç öğretmen oldu vesaire. Bugün hangi öğretmen size ücretsiz kurs verip üniversiteye hazırlar ki? O kadar idealist öğretmenlerdi. TÖD-DER’de çok aktifti. Her hafta sonu seminerler, köy köy, mahalle mahalle çalışmalar yapardık, çok aktiftik. Şimdi dindar çevrenin yaptığı bu kapı kapı gezme pratiğini o zamanlar hep bizler yapardık. Hangi mahallede kim oturuyor, bilirdik. Hangi dertleri var, bilirdik. Destek olmaya çalışırdık. Köylerde devrimci imece usulüyle tarla biçme, su getirme gibi işler yapılır, birçok köye halk odaları inşa edilirdi. Yani tam halkla iç içe geçmiştik. Bu yüzden Artvin, o dönemde çok ses getirmiş bir şehir oldu.

Tahta Gemi: Peki düşündüğünüz zaman, bugün bu yılları düşündüğünüz zaman çok fazla romantik gelmiyor mu bu şeyler, bu faaliyetler? Yani bugünün dünyasında zaten kesinlikle düşünülmeyecek şeyler değil de… Tabii bunun Sovyet kültüründen kaynaklanan bir yanı var. Bugünkü perspektiften baktığınızda çok romantik gelmiyor mu?

Işılay Karagöz: Romantikti, belki de güzeldi. Yani o yüzden, romantik olmasa bu kadar genç canını başını koymazdı. Romantizmi seviyorum ayrıca. Elbette romantik yanı vardı ama çok da gerçekçi yanı vardı. O zamanda toplum çok zorluklar içinde yaşıyordu. Öğretmenin aldığı maaş çok azdı. Memurun aldığı maaşla, iki kişi çalışmasa geçinemiyordu. Birimizin maaşı kiraya gidiyordu. O zaman da böyleydi. Ve ancak örgütlenirsek, birlikte olursak bir şeyleri kazanacağımıza inanıyorduk. Ona hala inanıyorum. Yani yaptığımız bir küçük çalışmada eğer insanlara dokunuyorsanız, o insanlar geliyor. Yoksa herhangi büyük bir şey yapacağım diye ortaya çıkıyorsunuz, üç beş tane ünlü getiriyorsunuz, soğuk bir merhaba deyip geliyorlar, oturuyorlar, çekip gidiyorlar. Ama bizim derdimiz insanlara dokunabilmek, onları çekebilmek, birlikte bir amaç uğruna bir araya gelebilmekti. Bu hala çok önemli. Ciddi bir idealizm vardı tabii, tabii ki.

Tahta Gemi: Peki Enver Bey tutuklanma süreci yaşadı. Bu süreç nasıl oldu?

Işılay Karagöz: İşte o gün, 12 Eylül sabahı… Zaten aylar öncesinden ortam özellikle belliydi. Nasıl anlatayım, faşizm büyük bir yoğunluktaydı. Ankara’ya gitmiştim, sabaha kadar mermi sesinden uyuyamadım. Artvin çok sakin bir yerdi. Yani Artvin’de kaç kişi öldürülmüştür bilmiyorum, çok çok azdır; belki beş kişi bile değildir. Ama Ankara, İstanbul, başka şehirler bunu çok yoğun yaşadı. Artvin’deki gibi meşhur, güçlü, canlı, romantik devrimci öğretmenler hemen hemen her şehirde vardı. Çünkü Artvin, okuyan öğrencinin çok olduğu bir şehirdi. Yurt dışı imkanları olmadığı için onlar da Türkiye’nin çeşitli şehirlerine dağıldılar ve inanır mısınız, oraya o kadar çok cenaze geldi ki. Göze batan gençleri öldürüp memleketlerine yolladılar. Resmen çok kayıplarımız oldu ve çok korkuyordum. Artvin’de Enver’in ismi de çok öne çıkmıştı. Yani biri öldürülecek olsa, akla ilk Enver gelirdi, o gözle bakılıyordu. Hepimiz çok korkuyorduk. Ve tam o arada işte 12 Eylül geldi. Annemlerdeydik. O gece, sabaha karşı çok erken bir saatte yapılan anonsla uyandık; darbe olmuştu. Askerler kapıyı tekmeleyerek girdiler.

Tahta Gemi: Sizin orada olduğunuzu biliyorlardı yani.

Işılay Karagöz: Evimize gitmişler. Ev sahibimiz, maalesef nerede olduğumuzu söylemiş. Çok sevdiğim bir amcaydı, ona hala kızgın değilim. Bizi aldılar. Annem çok yaşlıydı. Ablam da öğretmendi, evdeydi. Üçümüzü aldılar ve bizim kendi evimize çıkardılar. Eve çıktık ki, bahçe içinde bir binaydı. Bahçenin her yerine askerler mevzilenmişti. Ellerinde silahlar… Sanki evi dinamit dolu bir yer olarak görüyorlardı. Bizi nasıl görüyorlarsa artık, evin içini herhalde dinamit, bomba ve silah dolu sanıyorlardı. Evde bir tane bile silah yoktu. Bizim gibi öğretmenlerin evindeki en büyük silah ne olabilir ki? Kitaplar… Kitaplarımızı çuvallara doldurdular.

Tahta Gemi: Sanırım 75 gün gözaltında kaldı ve işkence gördü.

Işılay Karagöz: Enver 75 gün, ben 46 gün kaldım. Bazı kayıtlarda Ben içerideyken onu Erzurum’a götürdüler. O zaman da Erzurum’da ne yapılacağını falan bilmiyoruz. Daha doğrusu, ilk alınanlar olduğumuz için hiçbir şey bilmiyoruz. Biz hep Almanya ve İtalya faşizmini kitaplardan okumuştuk. Kesinlikle kurşuna dizecekler diye bekliyorduk. Gerçekten de gözaltındaki bütün kadınların düşüncesi buydu. Onları alıp götürdüler. Hepimiz ağlıyorduk falan. Ama Enver’e çok işkence yapılmış. Yürüyemeyecek haldeydi, dışarıdan baston getirtmek zorunda kaldık. Onu dışarı çıkarırlarken hepimiz gördük.

Tahta Gemi: Siz de işkenceye maruz kaldınız mı?

Işılay Karagöz: Birlikte işkenceye alındık. İşkencedeki seslerimizi birbirimize dinlettiler.

Tahta Gemi: Ne tür işkenceler yaptılar? Çok acı bir soru ama o dönemi anlamak için sormak zorundayım.

Işılay Karagöz: Yani 12 Mart döneminde kaba dayak atmışlar, en ilkel yöntemleri kullanmışlar. Ama bizim dönemimizde (12 Eylül) Almanya’da öğrenilmiş daha sistematik yöntemler kullanılıyordu; işkencenin nasıl yapılacağı konusunda eğitilmişlerdi sanki, kanıt bırakmamaya çalışıyorlardı. Ve çok miktarda elektrik verdiler. Falakaya yatırmışlardı Enver’i. Beni falakaya yatırmadılar. Ayaklarının altında et kalmamıştı, kemikleri görünüyordu. Diz kapaklarının durumu falan korkunçtu. Bana da elektrik verdiler; kabloları ellerime ve ayaklarıma bağladılar. Buradan çıkarak Enver’i anlatmak istiyorum. Elektrik kablosu ellerimi, ayak parmaklarımı yakmıştı. Sonradan Enver, bizim kaldığımız bölümün üst katına getirildi. Bize bakan askerlerden rica ettim, “Ne olur, eşim gelmiş, görebilir miyim?” dedim. İyi bir askere rastladım, bize bakan askerler iyiydi, piyadeydi. Neyse, yukarıya çıktım. Beni görünce şaşırdı. Üstünde hiçbir şey yoktu, çıplaktı. Göğsünün, memelerinin etrafı inanmazsınız, yanık içindeydi. Bana verdikleri elektriğin küçücük bir kısmı bile değildi ona verdikleri. Affedersiniz, cinsel organına da elektrik vermişler.

Tahta Gemi: Peki Enver Abi’yle aranızda bir diyalog geçti mi o anda? Konuşabildiniz mi?

Işılay Karagöz: İnanır mısınız? Sarıldım. “Nasılsın?” dedim, “İyiyim” dedi. “Sen nasılsın?” “İyiyim.” Bundan öte iki kelime ettik mi, “İfade verdin mi?” gibi şeyler konuştuk mu? Hayır. İkimiz de konuşmadık (yani bir şey anlatmadık). Sadece birbirimize sarıldık. Oradaki esas mesele direnmekti. Yani hiçbir arkadaşımızı ele vermemekti. Hiçbir şey söylememekti. Ve hemen çıkardılar. Yanında birkaç arkadaşımızı daha gördüm. Emekli, yaşlı bir öğretmen arkadaşımızı da mahvetmişlerdi; gözü falan perişan haldeydi. Onlara da tanık oldum yani.

Tahta Gemi: Peki Enver Abi 75 gün sonra serbest bırakıldı mı yoksa cezaevi süreci oldu mu?

Işılay Karagöz: Yok, serbest bırakılmadı. Demin anlattığım gibi doğrudan o cezaevine kondu. Orada da dört yıl yattı. Dört yıl hapis yattı. Bu süreçte şundan da bahsetmem gerek: Altı ay sonra Enver’den bir aile aracılığıyla küçücük bir not geldi: “Bademciklerim çok kötü, hastaneye yatırıyorlar” diyordu. Ben de hemen ertesi gün kalktım, Erzurum’a gittim. Şu kocaman tümör çıkmış.

Tahta Gemi: Peki o sıcak suyla yapılan bir işkence var. Nedir o abla?

Işılay Karagöz: O, işkence sırasında baygınken… Zaten hep gözlerimiz bağlıydı. Bir kaşığın sapıyla ağzını açıyorlar. Demlikle çay içiyorlar ya işkenceciler, işte o demliği, yani şu bardaktaki çayı değil, demlikten ağzına kaynar su boşaltmışlar. O da bütün hücreleri falan yakıyor. Altı ay sonra da orada, boğazında çok büyük bir tümör çıkıyor. Erzurum’a gittim, hastanede ziyaretine. Ve çok korkmuştu. Sesi falan da çıkmıyordu. Biraz torpille, zorla Ankara’ya sevkini sağladık. Ankara’da işte kanser olduğunu söylediler. Kemoterapi yaptılar. Hep söylerim, asker var, asker var. Oradaki albay doktordu sanırım, doktorlar çok iyi tedavi ettiler. Hatta oradakiler bile bu iyi tedaviye şaşırdı. Kemoterapi, ışın terapisi yaptılar. Ameliyat olmadı, ışın terapisi gördü. Bilirsiniz, ışın tedavisi de insanı çok sarsar. Tedavi sonrası halsiz düşüyordu. O Ankara’ya gidince ben de arkasından hemen Ankara’ya gittim.

Tahta Gemi: Bu tedavi sürecinde tutuklu değildi artık, değil mi?

Işılay Karagöz: Hayır, kendisi tutukluydu, GATA’da kelepçeyle tedavi görüyordu. Enver’in “bademciğim kötü” diye haberi gelince, ben hemen ertesi gün gideyim diye otobüse binmek için ablama indim. Otobüsle Erzurum’a gittim, telefon açtım. Ablam dedi ki, “Akşam polisler evi bastı. Seni arıyorlar. Çok fena şekilde, sakın buralara gelme.” Nereye gideyim? Üstümde başımda hiçbir şey yok. Ne adres var, ne telefon var. Erzurum’daki o ziyaretten sonra Enver’e “Beni arıyorlarmış. İstanbul’da tanıdığım yok, Ankara’ya gidiyorum” dedim. “Tamam” dedi. Ankara’dayken Enver’in GATA’ya geldiği haberini duydum. Aranıyorum. O işkenceden yeni çıkmışım… İşte bunlar romantiklik de diyebilirsiniz, aşk da diyebilirsiniz. Gittim. Bir askeri hastane, Enver’i de en üst kata koymuşlar. Arandığım için annemler “Sakın hastaneye gelme” diyorlardı ama ben yine de arkasından gittim. Askeri hastanede, “Senin ne işin var? Aranıyorsun” dediler. Eskiden sağlık karnelerimiz olurdu, sigorta kartı gibi. Kimliğim de oradaydı. Soy ismimi değiştirmemiştim, hala Karagöz’dü. Dikkatsizlik işte, kendimi Işılay Kaya (kızlık soyadım) olarak tanıttım. Dedim ki kendi kendime, “Bu isimle gireyim, Karagöz soyadıyla arandığım için Kaya soyadıyla sorun çıkmaz herhalde.” Tam girişte askerler vardı. Onlara biriyle görüşeceğimi söyledim. “Işılay Kaya” dedim. “Doktor bilmem ne Kaya’nın akrabası mısınız?” dediler. “Evet” dedim. Orada Dr. Kaya diye birinin adını öğrendim ve onun yakını olduğumu söyledim. Herkese onunla görüşeceğimi söylüyordum. Üstüme başıma dikkat ettim, onların gözünde terörist imajı nasılsa, öyle görünmemeye çalıştım. 

Tahta Gemi: Bizim dergimizin bir sonraki sayısında Mamak Cezaevi’nde yapılan işkencelerle ilgili bir dosya var. Mahkumlara havlamaları emredilirmiş. O komutan, sonra bunu Meclis Araştırma Komisyonu’nda savunurken “Bu, disiplinin bir parçasıydı” demiş. Sadece bu kadar.

Işılay Karagöz: Tabii çok onur kırıcıydı. “Sana tecavüz edeceğim” diyorlardı. Mesela bana elektrik verdiklerinde çığlık atarken hep şunu düşünürdüm: Enver şimdi benim tecavüze uğradığımı düşünecek. O yüzden hep “Kolum! Kolum!” diye bağırırdım ki Enver tecavüz edildiğimi düşünmesin. Çünkü bu en hassas nokta. Evet, evet. En hassas nokta. Her şeye dayanıyorsunuz ama o tehdit gelince… Geçenlerde biriyle tanıştım, onun adı da Enver’miş. Onun eşine de tecavüz etmişler. Adam çıktıktan sonra eşiyle bu durumu aşamamış, “karım, eşim” diyememiş… Bu durumu aşamamışlar ve ayrılmak zorunda kalmışlar. Eşine yazdığı bir mektupta anlatıyor. Şiirlerle dolu bir kitap yazmış, o kadar üzücü bir durum ki.

Tahta Gemi: Peki dört yıl sonra hapisten çıktı. Evet ve ondan sonra Avrupa maceranız başladı. Buraya nasıl geldiniz?

Işılay Karagöz: Hapishaneden çıktıktan sonra benim aranma sürecim devam ediyordu. Bir sürü akrabamın yanında, arkadaşlarımın iş yerlerinde saklandım. On gün orada, on beş gün burada saklanarak yaşadım, aranıyordum. 12 Eylül’ün en kötü zamanıydı. Kimse kapısını açmak istemiyordu. Sokakta arkadaşlar selam vermiyordu. Bu arada ablam da TÖD-DER’dendi ve eniştem de Halkevleri Genel Sekreteriydi. Ankara’da ablam beni buldu. Onlar da İstanbul’a kaçmışlar. Onlar da radyolardan isimleri okunarak aranıyorlardı. İstanbul’a gitmişler, ev tutmuşlar, yerleşmişler; beni aldılar, İstanbul’a götürdüler. İstanbul’da işte dört yıl kadar onlarla yaşadık. Hepimiz kaçak, sahte kimliklerle yaşıyorduk.

Derken Enver’in tahliye haberini Hürriyet Gazetesi’nde okuduk. Kesinlikle basının bir bölümünün etkisi oldu. O da bir süre saklandı, gezdi. Ben de arandığım için hemen buluşamadık. Epey izini kaybettirerek İstanbul’a geldi. Kapıdan girdiğinde tanıdığım Enver değildi. Bambaşka bir Enver’di, yüzü bile değişmişti. Bir de hapishaneden çıktıktan sonraki resmi var. Hiç alakası yok. O kadar değişmişti. Buraya, Almanya’ya geldiğimizde Almanlar bile bu değişime şaşırdı. Buluştuk. Dediğim gibi, Avrupa’daki arkadaşlar Enver’in tahliyesi için çok mücadele ettiler. “Ölümcül hasta, kanser hastası, yutkunamıyor” diye kampanyalar yaptılar. Hapishanedeki o kötü koşullar yüzünden, o haliyle açlık grevine yatmış. Zaten kanser hastasıydı, kırk kiloya düşmüştü, bir de üstüne kırk gün açlık grevi yapmış. Bunu da bana söylememişler. Kimse üzülmesin diye. Açlık grevi çok ağır hasarlar bırakıyor. Zaten kanserden dolayı çöp gibi kalmışsın, bir de açlık grevi… Ama işte hep öyleydi, direngendi. Onun kitabının adı da “Direnç Gülü”.

Tahta Gemi: Peki Almanya’ya getirme süreci nasıl oldu?

Işılay Karagöz: Buradaki arkadaşlar sahte pasaport hazırladılar. Ben de zaten kırmızı bültenle aranıyordum. O da aranıyordu, ikimiz birlikte geldik. Bu sene 8 Mart’ta buraya geleli 41 yıl oldu. Ne çabuk geçmiş, değil mi? O yıllarda buraya geldik. Onda da ağlayarak geldim, hiç istemeyerek geldim. O kötü koşullara rağmen… Ama gelmeseydik, Türkiye’de kalsaydı kesinlikle ölürdü. Kaç kere onu acile zor yetiştirdik. Her sene akciğer iltihabına yakalanırdı. 42 derece ateşlenirdi. Bağışıklık sistemi çökmüştü. Her seferinde ölümcül olabilirdi. En önemlisi de orada kesinlikle ölürdü. Kemoterapi görenlerin vücudunda zehir birikimi oluyormuş ve bu zehir öldürebiliyormuş. Bir doktorun başına gelmiş bu, o zaman anlatmışlardı. Ben doğum yaparken hastanedeydik. Enver’in tam şurasında (gösteriyor) gözümüzün önünde bir tümör belirdi, doktor da gördü. Yani orada gözümüzün önünde bir şey büyüyordu. “Hastaneye git” dedik, gitti. Hemen ameliyata aldılar, neredeyse zehirlenmeden dolayı ölecekti. Anında yetişmeselerdi…

Tahta Gemi: Peki geldikten sonra burada hemen çalışabildiniz mi? Bu süreç içerisinde peki bir yerde çalışabildiniz mi? Sağlık sorunları varken siz çalışabildiniz mi?

Işılay Karagöz: Ben çalıştım. Ama Enver sadece birkaç yıl çalışabildi. Dört yıl kadar bir Ermeni derneğinde sosyal danışman olarak ve Centrum Ritter’de yönetici olarak çalıştı. İki yıl da yine başka bir benzer yerde çalıştı. Onun dışında çalışmadı. Aslında burada Türkçe öğretmenliği yapabilirdi ama sesi nedeniyle yapamadı. Sesi çok kısıktı. İnadına yine konuşuyordu, inadına yine şiir okuyordu ama sesi çok kısıktı. Buraya geldiğimizde Alman televizyonlarına, basınına Türkiye’deki hapishane koşullarının kötülüğünü anlatan birçok röportaj verdik, ikimiz de dikkat çekerek.

Tahta Gemi: Ama bir daha Türkiye’ye gidemedi, değil mi?

Işılay Karagöz: Gidemedik.

Tahta Gemi: Yasaklı mıydınız?

Işılay Karagöz: Gidemiyordu. Sonra işte avukatların çabasıyla… Toplamda hayattayken iki kere gidebildi. Üçüncüsü de cenazesi oldu.

Tahta Gemi: Siz şu anda gidebiliyorsunuzdur, herhangi bir sorununuz yoktur.

Işılay Karagöz: Evet.

Tahta Gemi: Aynen ablacığım, çok çok teşekkür ediyorum. Katıldığınız için bize renk kattınız, onur verdiniz. Acınızı bizimle paylaştınız. Ben de bu hikayeyi anlatmayı bir görev addettiğim için özellikle sizinle görüşmek istedim. Sağlık durumunuzun çok iyi olmadığını biliyorum ama yine de kabul ettiğiniz için çok çok teşekkür ediyorum.

Işılay Karagöz: Teşekkür ederim. Sizler de iyi ki varsınız. Herkes kendi hayatının keyfinin derdindeyken, sizin böyle güzel işler yapmanız, bu acılarla uğraşmanız gerçekten cesaret verici. 

Teşekkür ederim. 

Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.