Winnie the Pooh hikâyesinde Piglet’in dediği: “Eğer bir çiçeği beğenirsen onu koparırsın; ama seversen onu her gün sularsın.”
Bu cümle, hem insan ilişkileri hem de dünya siyasetinin karanlık oyunları için sarsıcı bir aynadır. Beğenmek geçicidir, tüketir; sevmek ise süreklidir, yaşatır. İşte bu temel farkı anlayamayan ya da anlamazdan gelen dünya düzeni, bugün Ortadoğu’da çiçekleri koparıyor, sular gibi değil, yangın gibi.
İsrail’in İran’a yönelik saldırıları sadece bir güvenlik hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası ilişkilerin “koparma” zihniyetine saplandığını da gösteriyor. Elbette İsrail’in, İran’ın nükleer kapasitesi ve bölgedeki milis yapılanmaları üzerinden duyduğu tehdit gerçek olabilir; ancak mesele yalnızca güvenlikten ibaret değildir. Bu, gücün hakka dönüşme çabasıdır. Ve bu çaba, tıpkı bir çiçeği sevdiğini sanıp onu dalından koparmak gibidir: Gerçekte onu yok etmektir.
İran rejimi ise yıllardır kendi halkına, özellikle Kürtlere karşı benzer bir zulüm politikası yürütüyor. Bu bağlamda İsrail’in İran’a saldırması, Kürt halkının yıllardır süren sessiz çığlığına ironik biçimde bir ayna tutuyor. Ne garip: Bir yanda İsrail güvenliği gerekçe göstererek saldırıyor; öte yanda İran, aynı “güvenlik” bahanesiyle kendi topraklarındaki Kürt gençlerini asıyor. Gerçek şu ki; her iki durumda da yaşatmak değil, susturmak var. Beğenmek değil, sahiplenmek değil… Koparmak var.
İran’da idam edilen Kürt gençleri sadece bireysel hayatların kaybı değildir; aynı zamanda bir halkın yok sayılışının kanlı nişanesidir. Mahsa Amini’nin, Zanyar’ın katledilişiyle simgeleşen bu zulüm zinciri, Kürtlerin sadece fiziksel değil, kültürel ve duygusal bir imha sürecine tabi tutulduğunu gösterir. Ve dünya bu çiçeğin koparılışını izlerken sadece susar. Çünkü o çiçeği sevmediler, sadece uzaktan “beğendiler” belki de.
Peki ya biz?
Biz bir halkı gerçekten sever miyiz, yoksa çıkarımıza hizmet ettiği sürece mi “beğeniriz”?
İsrail, İran’a saldırarak kendi güvenliğini sağlamaya çalışırken aynı anda bölgedeki daha büyük bir yangının fitilini de ateşliyor. Bu bir “sulama” değil, bir yangın çıkarma eylemidir. Tıpkı İran’ın içindeki çiçekleri, yani halkını, farklı kimlikleri susturarak, bastırarak ve yok ederek yaptığı gibi…
Çiçek metaforu burada sadece bir masal değil. Bu çiçek gerçek: Adı bazen Mahsa’dır, bazen bir Zilan, bazen bir Aram. Ve bu çiçek ya öldürülüyor ya da sürgüne mahkûm ediliyor.
O halde sormak gerekir:
Dünyanın büyükleri çiçekleri gerçekten seviyor mu, yoksa onları birer dekor gibi mi kullanıyor?
Biz zulme uğrayan kardeşlerimizin sadece hikâyelerini “beğenmekle” mi yetineceğiz, yoksa onların yaşaması için her gün “sulamayı” mı seçeceğiz?
İsrail’in çiçeği sadece kendi bahçesinde görmek istemesi; İran’ın ise kendi bahçesindeki farklı çiçekleri —Kürtleri, Beluçları, Azerileri— “yabani ot” gibi görmesi, aslında aynı zihinsel yapının iki versiyonudur. Bu zihniyet sevmeyi değil; beğenip sahiplenmeyi, sonra da “istenmeyen”i kesip atmayı tercih ediyor.
Piglet’in çocuk masalında söylediği o cümle aslında bir siyasal bilgeliktir: “Eğer bir çiçeği beğenirsen onu koparırsın; ama seversen onu her gün sularsın.”
Dünya, Ortadoğu halklarına —Kürtlere, Filistinlilere, Beluçlara, Ermenilere, Yahudilere, Yezidilere— karşı artık yeni bir yol seçmelidir: Koparmak değil, sulamak.
Ortadoğu’da güçlü olanlar çiçekleri sevmez; onlara sadece sahip olmak ister. Bu yüzden en güzel çiçekler ya sürgün edilir ya da koparılır.
Ancak o zaman gerçekten barıştan, hakikatten, adaletten söz edebiliriz.
