Ve Türk şiirinde dillere destan olan, hakkında onlarca doğru/yanlış rivayet bulunan ünlü Mona Rosa şiirinin son kahramanı Muazzez Akkaya da vefat etti. Geride, muhteşem bir şiir, bolca efsane ve buruk bir aş üçgeni bırakarak…
Hürrem Erman FRANKFURT
Türk edebiyatının en gizemli aşk hikayelerinden biri, 1950’li yılların Ankara’sında, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin koridorlarında doğmuştu. Henüz genç Cumhuriyet’in entelektüel ruhunu solumayan, idealist gençlerin buluştuğu bu ilginç mekanda, iki büyük şairin kalbi aynı güzel bir kız için çarpacak, birisi soy isminden harf eksiltecek, diğeri ise Türk şiirinin en büyük aşk şiirlerinden birini yazacaktı.

Bu hikayenin kahramanları, zamanla Türk edebiyatının dev isimleri haline gelecek olan Sezai Karakoç ve Cemal Süreya ile onların ortak sevgilisi Muazzez Akkaya’ydı. Çözümlemesi en az 30 yıl sürecek olana bu epeyce hüzün yüklü hikaye, sadece masum bir karşılıksız aşk üçgeni değil, aynı zamanda bir edebiyat tarihinin, kültürel dönüşümün ve iki farklı şiir anlayışının çarpışmasının da hikayesiydi.

1950’li yıllar, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal dönüşüm yaşadığı kritik bir dönemdi. Mülkiye Mektebi’nin yatılı sınavını kazanan ilk kız öğrenci olan Muazzez Akkaya, o dönem kız yatakhanesi olmadığı için okula evden gidip geliyordu. “Bizler İstiklal Harbi’nden yeni çıkmış genç Cumhuriyet’in çocukları, gururlu bir nesildik. Genç kızlara, kadınlara değer veren Cumhuriyet’le birlikte çok mutluyduk” diyecekti yıllar sonra.
Bu yıllar, Türk şiirinde de büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdi. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın öncülük ettiği “Garip” akımı, geleneksel şiir değerlerini alt üst ederken, divan şiirinin temelini oluşturan yapı ve içerik unsurları hafife alınarak klasik şiir estetiği arka plana itilmişti. İşte bu atmosferde, genç Sezai Karakoç için Ankara sadece okumak, yeni yerler ve insanlar keşfetmekten ibaret değildi. Ankara Sezai için o ana kadar duyduğu belki de yapbozundaki kayıp tek parçayı veriyordu: Aşk.
Kandilli Kız Lisesi’ni “Pekiyi” derecesiyle bitiren Muazzez Akkaya, 1950’de Mülkiye’ye girdiğinde okulun en popüler kızlarından biri haline geldi. Grace Kelly tipinde bir kız olan Muazzez, aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç’u “fırtınalı bir aşk”ın içine sürüklediğinin farkında bile değildi. Fakat Muazzez’e gönül veren sadece Sezai Karakoç değildi. Aynı sınıfta okuyan, yine şiir yazan bir başka genç de vardı: Cemal Süreyya. (Evet o zaman soy isminde iki adet “y” vardı!)
“Cemal Süreyya daha çok cebime şiirler koyardı. Sonra sınıfa girince aynı şiiri tahtada da görürdüm. Şiirlerin ona ait olduğunu sonradan öğrendim” diyecekti Muazzez Akkaya yıllar sonra. Her iki şair de farklı yöntemlerle sevgilerini ifade ediyorlardı. Cemal Süreyya daha gizli, daha üstü kapalı bir yaklaşım sergilerken, Sezai Karakoç ise daha ısrarcıydı. “Üniversite 2. sınıftaydık. Yazdığı şiirleri bana vermek için çok uğraşıyordu, ben mecburen tekrar ısrar etmesin diye alıyordum.”
Muazzez’in her ikisini de reddetmesinin arkasında, o dönemin toplumsal kodları da yatıyordu. “Büyüklerimizin kafamıza çiviyle çaktıkları bazı fikirler var, ‘erkek yaşça büyük, hanımı ondan küçük olmalı’ gibi. Annem-babam, çevremdeki herkes de böyleydi. Sezai Karakoç da benden 1-2 yaş kadar küçüktü, benim için ilk handikap oydu zaten” diye açıklayacaktı bu durumu. “Ben o dönem bu şekilde arkadaş edinmeyi, ilerletmeyi hiç düşünmedim” diyen Muazzez Akkaya, aslında kendi kararlılığını da ortaya koyuyordu.

20 Nisan 1952 Pazar günü, şiirini yazdıktan sonra Ankara’daki sınıf arkadaşlarıyla Söğütözü’ne giden Sezai Karakoç, arkadaşlarının ısrarıyla şiirini okudu. Bu tarih, Türk edebiyatı açısından önemli bir gün olacaktı. O günkü bahar gezintisinden döndükten sonra akşam kendileriyle birlikte kır gezisine katılan ve Mülkiye’de Yeşilay Cemiyeti Başkanı olan, üçüncü sınıftan arkadaşı Cevat Geray yanına geldi. “Sezai o şiirini rica edebilir miyim?” diyerek, şiiri kendisinden aldıktan sonra Karakoç’tan habersiz bir şekilde Hisar Dergisi’ne götürdü.
Sezai Karakoç’un aşka bakışı, onun bütün sanat anlayışının temeline oturuyordu. “Aşk bazen mihrapta imam olarak bazen elinde bir kitap olarak, bazen filozof olarak ve bazen de büyük bir sanatkâr olarak ortalıkta dolaşır” diyecekti yıllar sonra. Onun için aşk sadece beşerî bir duygu değil, metafizik bir yolculuğun başlangıcıydı. Karakoç’un o dönemki tutumu net ve kararlıydı: “Ben hecede ısrar ediyordum. ‘Gül’ kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. ‘Mona Rosa’ böyle doğdu. Modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu.”
Derginin, genç şairin şiirini kısaltma teklifini reddetmesi, aslında akrostiş yapısını koruma arzusundan kaynaklanıyordu. Şiirin her bendinin belirli bir harfle başlaması gerekiyordu ve bu yapı bozulduğunda gizli mesaj da kaybolacaktı. İlhan Geçer’in aktardığı yayın hikayesi şöyleydi: “Mülkiye öğrencisi bir şair delikanlı ‘Mona Roza’ adlı bir şiir getirdi bize. Şiir güzel ama çok uzun, tam on dört bağlamdan, on dört beşlikten oluşuyor. Rica ettik, ‘kısaltman mümkün mü, ya da biz kısaltabilir miyiz?’ dedik. Diretti: ‘Hayır ya verdiğim haliyle yayımlayın ya da hiç yayımlamayın!’ Çaresiz, olduğu gibi yayımladık.”
Cemal Süreyya’nın Muazzez Akkaya’ya olan sevgisi, Sezai Karakoç’unkinden farklı bir karakter taşıyordu. Daha gizli, daha üstü kapalı bir yaklaşım sergileyen Süreyya, şiirlerini gizlice genç kızın cebine bırakıyor, sonra da aynı şiirleri tahtada yazıyordu. “Cemal Süreyya benimle gelip konuşmaya hiç çalışmadı” ifadesi, Süreyya’nın daha çekingen, belki de daha romantik bir yaklaşım sergilediğini gösteriyordu.
Türk edebiyatının en meşhur efsanelerinden biri, Cemal Süreyya’nın soyadındaki ikinci ‘y’ harfinden vazgeçmesinin hikayesidir. Bu konuda yıllarca çeşitli rivayetler dolaştı, ancak gerçek hikaye Muazzez Akkaya’nın ağzından 70 yıl sonra netlik kazandı: “Bir iddiaya girmişler, onun sonucunda soy isminden bir harf attığı doğru. Hangimiz daha ileride olursak diğeri bir şeyinden vazgeçecek diye iddiaya girmişler. Bu olay olduğunda Mülkiye’nin kafesinde arkadaşlarımızla oturuyorduk. Arkadaşlarım yanlarında Sezai Karakoç’la gelmişti. Aynı masadaydık. Sonra diğer arkadaşlar kalkıp gidince ve masada sadece Sezai Karakoç’la benim kaldığımı görünce Cemal Süreyya, soy isminden bir harfi sildirmiş.”
Evet artık bu şairin ismi Cemal Süreya idi…
Bu anlatım, efsanenin gerçek boyutunu gözler önüne seriyordu. İki şairin aralarındaki rekabet, sadece edebî bir yarış değil, aynı zamanda gençlik heyecanıyla yaşanan duygusal bir mücadeleydi. “Kim Muazzez’in gönlünü çelecek bakalım” diye iddiaya tutuşan iki genç, aslında bir dostluğun ve rekabetin güzel örneğini de veriyorlardı.
Şiirin akrostiş olduğu, ilk yayınından tam 30 yıl sonra fark edildi. Mehmet Çınarlı’nın anlattığı keşif hikayesi oldukça ilginçti: “Aradan yıllar geçtikten sonra, Çınarlı ile bir arkadaşı bir araya gelir ve şiirin beğenilmeyen kısımlarının çıkartılırsa daha güzel olacağını konuşurlar. Arkadaşı şiiri bozmanın mümkün olmadığını çünkü şiirin bir kadının baş harfleriyle yazılmış bir akrostiş olduğunu söyler.” 14 bendin ilk dizelerinin ilk harfleri yan yana getirildiğinde ortaya çıkan isim: M-U-A-Z-Z-E-Z A-K-K-A-Y-A-M. Bu keşif, şiirin sadece estetik bir eser olmadığını, aynı zamanda gizli bir aşk mektubu olduğunu gösteriyordu.
2000’li yıllarda internetin yaygınlaşmasıyla şiir yeniden keşfedildi. “MUAZZEZ AKKAYAM” ismiyle akrostiş edilen şiir internet ortamında paylaşıldı. Şiir çok beğenildi, dillerde, gönüllerde yer etti, hikayeler, efsaneler anlatıldı. Bu dönemde şiir, sadece edebiyat çevrelerinden çıkıp geniş kitlelere ulaştı.
Muazzez Akkaya ise esin kaynağı olduğu Mona Roza şiirinden uzun yıllar boyunca haberdar olmadı. Okul günlerinde paltosunun cebinde şairi meçhul şiirler bulur ve bu şiirlerin şairinin sınıf arkadaşı Sezai Karakoç olduğunu bilmezdi. Şiirin kendisi için yazıldığını öğrenmesi, büyük bir sürpriz olmuştu. 70 yıl boyunca bu gerçeği bilmemesi, o dönemin iletişim koşullarını da gözler önüne seriyordu.
Muazzez Akkaya’nın yetmiş yıl boyunca sürdürdüğü sessizliği 2024 yılında, 94 yaşında bozması, birden fazla nedene dayanıyordu. “O zamanlar okuldan biriyle arkadaş olmayı, ikisinden birini tercih etmeyi hiç düşünmedim. Okul sonrası seçtiğim eşim, o da Mülkiye mezunu olan rahmetli Orhan Giray’la çok mutlu bir hayatım oldu, 4 güzel evlat yetiştirdik” ifadesi, ne kadar kararlı bir kişi olduğunu gösteriyordu.
“Bana yazılan şiirleri zaman içinde ne yazık ki kaybettim, buna gerçekten üzülüyorum. Evlenirken problem olmasın diye düşünerek ablamın evinde bir yere koymuştum. Sonra da eşimle sorun yaşamayalım diye geri almadım” sözleri, o dönemin evlilik anlayışını çok net şekilde ortaya koyuyordu. Geçmişte yazılmış şiirlerin bile evlilikte sorun çıkarabileceği düşüncesi, toplumsal baskıların ne denli yoğun olduğunu gösteriyordu.
Muazzez’in eşi Orhan Giray ile bu konuları hiç konuşmaması da dikkat çekiciydi: “Rahmetli eşimle çok mutlu günler geçirdim, iyi ki de onu seçmişim. Eşimle bu konuları hiç konuşmadık ama belki de haberi vardı. Çünkü bana küçük bir şiir de yazmıştı. Dizeleri hatırımda, ezberimde, ‘İsterim ömrümce, buldum ben gönlümce/Gözlerimde yaş, arzuyla demlenince’ böyle bir şiirdi. Belki çok küçük bir şiir ama emek verip, buna uğraşması benim için çok kıymetliydi.”
Belki de tüm hikayenin en dokunaklı bölümü, Muazzez’in Sezai Karakoç’u vefatından bir ay kadar önce Fenerbahçe sahilinde görmesi ama tanıyamamasıydı: “Karşıdan yürüyor ve o kadar dikkatli bana bakıyordu ki… Ama beyaz saçları, sakalları olunca tanıyamadım. Bir süre sonra gazetede vefat ilanını görünce onun Sezai Karakoç olduğunu anladım. Eğer o olduğunu bilseydim, bir kafede oturup beraber bir kahve içmek isterdim.” İnsanın yüreğine bir kağıt kesiği gibi çizik atan bu sahne, zamanın ne denli acımasız olduğunu gösteriyordu.
Muazzez Akkaya’nın anlatıları, sadece kişisel anılar değil, 1950’lerin sosyolojik portresini de çiziyordu. Uluslararası yarışmalara katılan bir ping pong şampiyonu olduğu bilgisi, Sezai Karakoç’un ünlü “Ping Pong Masası” şiirini de anlamlandırmaya yardımcı oluyordu. “Durgun ve melankolik bir kadın olduğu sanılırdı” ancak gerçekte “neşeli, esprili, hayat dolu bir kadın”dı.
“Kız çocukları muhakkak eğitim almalı, çalışmalı ve kendi ayakları üzerinde durmalılar” önerisi, Muazzez’in hayat felsefesini özetliyordu. O, sadece kendi başarısını düşünmemiş, gelecek nesillere de örnek olmaya çalışmıştı. 94 yaşına kadar sivil toplum kuruluşlarında görev aldığını, sosyal yaşamdan hiç kopmadığını ve hayatını renklendirmek için çabaladığını belirten bu kadın, ölümüne kadar enerjisini korumuştu.
Her iki şair de, aşklarının karşılık bulmamasına rağmen, bu deneyimden büyük sanatsal kazanımlar elde ettiler. Sezai Karakoç’un “Mona Rosa”sı Türk şiirinin klasikleri arasına girerken, Cemal Süreya da bu dönemde yazdığı şiirlerle modern Türk şiirinin önemli isimlerinden biri haline geldi. Sezai Karakoç için aşk, geleneğe giden yolun ilk adımıydı. Onun şiirlerinde aşk, beşerî olandan başlayıp ilahiye ulaşan bir yolculuktu. Cemal Süreya için ise aşk, modernist şiirin imkânlarını keşfetmenin bir yoluydu.
Erdoğan Alkan’ın Cemal Süreya’dan aktardığı sözler, bu durumu özetliyordu: “Bilirsin güzel kızlar Mülkiye’yi kazanamaz. Geyveli bir kız vardı sınıfımızda, Muazzez Akkaya. Güzelce. Neşeli. Az konuşan, durgun, içe dönük, Diyarbakırlı taşra çocuğu Sezai’yi onun bu şen şakrak hali çekti. Eğlenmeyi, dans etmeyi, gülüp oynamayı seven bir kızdı. Onu hiç elinde bir kitapla görmedim. Şiirmiş, yazınmış, sanatmış, o taraklarda bezi yoktu. Umurunda olmadı Sezai’nin aşkı. Hoş Sezai de peşinden koşmadı. Bilirsin düşkündür onuruna. ‘Mona Roza’ şiirini yazarak aşkını noktalayıp yüreğindeki mezara gömdü.”
Muazzez Akkaya’nın 7 Haziran 2025’te vefatıyla, Türk edebiyatının en büyük aşk hikayelerinden birinin son tanığı da dünyaya gözlerini yumdu. Yaklaşık bir yıl önce safra kesesi kanseri teşhisi konulan ve bir süre tedavi gören Muazzez Akkaya Giray, İstanbul’daki evinde hayata gözlerini yumdu. Onun vefatıyla, sadece bir kadın değil, aynı zamanda bir dönemin, bir aşkın ve bir şiirin son tanığı da kaybedildi.
Hayat üç insanın kaderlerinin bir araya getirerek birbirlerinden bağlantısız ama ilişkili tarihin en etkileyici aşk hikayelerinden birini yaşatmıştı bu üç gence. Ve ömürleri boyunca bu aşkın aziz hatırasına zerre kadar leke sürmeden yaşadılar, ve sıkıcı bir filmden çıkar gibi, sessizce çıkıp gittiler bu dünya salonundan. Sezai Karakoç, karşılıksız aşkını sanatsal bir zafere çevirdi. “Aşk cellâdından ne çıkar mademki yar vardır” mısrasında özetlediği anlayış, tüm şiir serüveninin temelini oluşturdu. Cemal Süreya, iddiayı kaybetmesine ve soyadından bir harf çıkarmasına rağmen, bu deneyimden güçlenerek çıktı. “Süreyya”dan “Süreya”ya dönüşen ismi, aslında onun sanatsal kimliğinin de dönüşümünü simgeliyordu. Muazzez ise sadece iki şairin ilham perisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendi döneminin ileri görüşlü kadınlarından biri oldu.
Bu hikayenin vereceği en büyük ders, hiçbir duygunun boşa gitmediği olsa gerek. Sanat böyle bir şeydi işte, sonsuzluğa silinmez bir şekilde yazı yazmak demekti! Acılar sanata, hayal kırıklıkları güzelliğe, karşılıksız aşklar ölümsüz eserlere dönüşüyor her seferinde. Mona Rosa hikayesi, aşkın en güzel paradoksunu da içinde barındırıyor: Kavuşamayan aşk, kavuşandan daha ölümsüz oluyor her seferinde” belki de bu yüzden merhum Veysel “Kavuşamazsın aşk olur!2 diyordu. Sezai Karakoç’un Muazzez’e kavuşamaması, aşkından bir şey eksiltmedi, çünkü hayatı boyunca evlenmedi Karakoç. Ama onu büyük bir şair yapan merdivenin ilk basamağını oluşturdu.
Evet yıllar boyu, nesilden nesile (fanzinlerle) fotokopi kağıtlarıyla geçen ve her genç kızın kendisine de böyle bir şiir yazılmasını arzu ettiği “Mona Rosa, siyah güller, ak güller” mısraları, bundan sonra da genç kalplerde yankılanmaya, aşkın gücüne inanan ruhları beslenmeye devam edecek. Ve belki de bir gün, yeni bir Sezai, yeni bir Muazzez için yeni bir şiir yazacak. Kim bilir; belki de aşkın ve sanatın en büyük sırrı buydu!