İstanbul’un tarihi yarımadasında, Kasımpaşa’nın dar sokaklarında bir çocuk koşturuyordu. Futbol tutkusu, hırslı kişiliği ve güçlü hitabetiyle dikkat çeken bu genç, ileride Türkiye’nin en uzun süre görevde kalacak liderlerinden biri olacağını bilmiyordu henüz. Recep Tayyip Erdoğan, mütevazı bir ailenin çocuğuydu; zorluklarla dolu bir çocukluk, inançları uğruna mücadele ve nihayetinde kendi hikâyesini yazma azmi…
Boğaz’ın karşı yakasında, Karadeniz’in hırçın dalgalarının kıyısında büyüyen bir başka çocuk, Trabzon’un puslu havasını içine çekiyordu. Ekrem İmamoğlu, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak, kitaplarla ve sporla iç içe büyüdü. Babasının inşaat işleri, onu erken yaşta iş dünyasıyla tanıştırmıştı. Henüz bilmiyordu ki, yıllar sonra milyonların yaşadığı bir megakentin anahtarları kendisine teslim edilecekti.
İki adam, iki farklı kuşak, iki farklı dünya görüşü…
Şiir Okuyan Belediye Başkanı ve Takım Elbiseli Cesaret
Erdoğan‘ın hikâyesi, 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesiyle yeni bir boyut kazandı. Kentin su sorunu, çöp dağları ve hava kirliliğiyle mücadele ederken, bir yandan da kendi tabanıyla güçlü bir duygusal bağ kuruyordu. İnanç temelli siyaseti ve pragmatik çözümleri, onu halkın gözünde farklı bir yere koymuştu.
Ancak 1997’de okuduğu bir şiir, hayatının akışını değiştirecekti. “Minareler süngü, kubbeler miğfer” dizelerinin ardından gelen mahkûmiyet, onu siyasi bir sembole dönüştürdü. Fakat hapishane sürecinde, ortamın kendisi için hazırlanması ve “derin devlet” unsurlarının Erdoğan hapse girmeden önce hapishaneye önden girmesi ve “mekanı” uygun hale getirilmesi hep tartışıldı. Birileri Erdoğan için, “popülarite artırıcı” en etkili yöntemin “hapis” olduğunu düşünmüştü belli ki!
Cezaevindeki günler, daha sonra kahraman anlatısının vazgeçilmez bir parçası oldu; “Ben milletin adamıyım” sözü, bu dönemde dilinden düşmedi.
Yıllar sonra, benzer bir sahne İstanbul’da yeniden kuruluyordu. Ekrem İmamoğlu, yerel seçimlerde Beylikdüzü’nden İstanbul’a uzanan yolculuğunda, sakin üslubu ve uzlaşmacı diliyle dikkat çekiyordu. “Hiç kimseyi ayırmadan” sloganıyla farklı düşüncelere kucak açarken, klasik siyasetin polarize dilinden uzak duruyordu. Takım elbisesi ve düzenli saçlarıyla modern, profesyonel bir yönetici imajı çiziyordu.
İmamoğlu’nun asıl sınavı, 2019 seçimlerinin iptal edilmesiyle başladı. “Her şey çok güzel olacak” sloganı, bir direnişin, bir umudun simgesi haline geldi. YSK’nın kararına rağmen sergilediği sakin tutum ve ikinci seçimde kazandığı ezici zafer, onu bir karşı-kahraman olarak Türkiye siyasetinin merkezine taşıdı.
Hitabet ve Sükûnet Arasında
İki liderin en belirgin farklarından biri, hitabet tarzlarıydı. Erdoğan kürsüde adeta bir fırtına gibiydi; ses tonunu yükseltiyor, elini masaya vuruyor, duygusal anlar yaratıyordu. Öfkesi de sevinci de yüz ifadelerine, vücut diline yansıyordu. Kendisini dinleyenleri çoğu zaman etkisi altına alıyordu.
İmamoğlu ise daha kontrollü, daha ölçülü bir dil kullanıyordu. Gülümsemesi eksik olmuyor, hatta en gergin anlarda bile sakinliğini koruyordu. Erdoğan‘ın coşkusu yerine, İmamoğlu‘nun tarzı daha çok güven veren bir aile doktorunu andırıyordu.
Erdoğan‘ın kürsüdeki el hareketleri, yumruğunu havaya kaldırışı, sesindeki ton değişimleri, bir tiyatro sanatçısını andırıyordu. İmamoğlu ise sanki samimi bir sohbetteymiş gibi konuşuyor, karşısındakiyle göz teması kuruyor, zoraki olmayan bir samimiyet sergiliyordu.
Geleneksel ve Modern Arasında
Erdoğan, geleneksel değerlerin savunucusu olarak görülüyordu. Muhafazakâr tabanın uzun yıllar boyunca kendini dışlanmış hissettiği bir sistemde, onların sesi olmayı başarmıştı. Mitinglerde “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” derken, milliyetçi ve muhafazakâr değerleri harmanlıyordu.
İmamoğlu ise hem geleneksel hem de modern değerleri birleştiren bir profil çiziyordu. Bir yandan Karadeniz’in geleneksel kültürünü benimsiyor, diğer yandan kentsel sorunlara modern çözümler arıyordu. Hem camide namaz kılıyor hem de LGBT bireylerin haklarına saygı gösterdiğini söylüyordu.
Erdoğan‘ın dünyası siyah ve beyazlardan oluşuyordu; “ya bizdensin ya da değilsin”. İmamoğlu ise grinin tonlarında geziniyor, farklılıkların bir zenginlik olduğu fikrini savunuyordu.
Tutuklanma ve sonrası
İki lider, Türkiye’nin farklı dönemlerinin, farklı toplumsal ihtiyaçlarının ürünü gibiydi. Erdoğan, ezilmişlik hissinden güç alan, “mazlumun yanındayız” söylemiyle kitleleri harekete geçiren bir liderdi. Erdoğan iktidarı boyunca yüzbinlerce “mazlum” üretti. KHKlarla insanlar evlerini, işlerini, düzenlerini kaybettiler. O, kendisine “havuz için 100 milyon dolar vermeyen” insanların mallarına el konulan, şirketlerine çökülen bir ülkenin Cumhurbaşkanı olacaktı. Çökülen kurumlar, “yandaşlar” tarafından itina ile paylaşılacaktı. Bir çoğunun perde arkası ortağının Erdoğan ve ailesi olduğu söylenecekti.
İmamoğlu ise kutuplaşmadan yorulmuş bir toplumun, normalleşme ve uzlaşı arayışının temsilcisi olarak öne çıkıyordu. Halktan biriydi ve bu haliyle ilgi odağıydı.
Erdoğan’ın kendisi gibi bir “Tayyip” çıkaracağına ihtimal vermek zor.
Ama mümkün!
Ekrem İmamoğlu’na yaşatılan bu “mazlumiyet”ten bir Cumhurbaşkanı çıkacağını Erdoğan’ın bilmemesine imkan yok. Kindarlığı ile meşhur Erdoğan’ın gözünü kin bürümemişse, derin güçlerin Erdoğan sonrası ikinci bir “Erdoğan” ürettiğini düşünmek gerekiyor. Eğer böyle ise; darbenin İmamoğlu’na karşı değil asıl Erdoğan’a karşı yapıldığını düşünmemiz gerekiyor!
Zira fişi çekilen İmamoğlu değil, tam tersine Erdoğan’ın kendisi!