Gece 03.33.
Gözüm tavana dikilmiş, yatıyorum. Uyuyor değilim ama uyanık da sayılmam.
Kalbimin tam üstünde görünmeyen bir taş var sanki. Nefes alıyorum ama tam değil, nefes veriyorum ama eksik.
O sessizlikte duyuyorum o sesi. Sanki beynimin arkasında biri var, tam dilimin ucuna konuşuyor ama dudaklarımı kıpırdatamıyorum:
“Yazdıklarının ne önemi var?
Zaten kimse gerçekten dinlemiyor seni.”
Kımıldamıyorum. Ne karşı çıkıyorum ne kabul ediyorum.
O ses haklıymış gibi susuyorum. Belki de zaten içimden biri konuşuyor. Belki de ben kendime bunu yıllardır söylüyorum da, yeni duyuyormuşum gibi yapıyorum.
Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yaşıyorum. Kahvaltı yapıyorum, insanlara ‘merhaba’ diyorum, işime gücüme bakıyorum. Ama o ses hâlâ orada. Araya girip duruyor. Her kelimeme, her düşünceme yorum yapıyor:
“Gereksizsin.”
“Herkes yazıyor.”
“Sen sıradan bir sessizliksin.”
“Ne zaman cümle kursan, içine boşluk akıyor.”
Yazmaya çalışıyorum. Defterimi açıyorum. Cümleler birbirini reddediyor. Her kelime ötekine küs. Beni beğenmiyorlar gibi.
Bir yazının içine giremeden çıkıyorum.
“Yarın yazarım,” diyorum.
Yarın hiç gelmiyor.
Zaman geçiyor. Yazmadığım her gün biraz daha eksiliyorum. Neşem eksiliyor, inancım eksiliyor, kendimden kalan parça küçülüyor. Bir noktadan sonra yazmamaya değil, yazamayışıma üzülüyorum.
Yine gece, yine aynaya bakıyorum. Gözlerim bana değil, içimde saklanan o sese bakıyor sanki.
Fısıltı orada.
“Bak, kimse yok etrafında. Hep sen anlattın. Ama kimse kalmadı.
Çünkü ne anlattığın, ne sen… yeterince değerli değilsin.”
Bu sesi susturacak bir cevabım yok.
Sadece yutuyorum.
Ama yutkundukça bir şey birikiyor içimde.
Bir gün patlayacak, hissediyorum.
Birkaç hafta sonra, gece yarısı yine gözümü kırpmadan yatarken defteri elime alıyorum. İçimden tek bir cümle dökülüyor:
“Yine de yazıyorum.”
Ne kadar sürdü bilmiyorum. Saatler mi, dakikalar mı… ama elim durmuyor. Kendi kendime yazıyorum. Kimseye göstermek için değil. Hiçbir şey ispatlamak için değil. Sadece… içimde hâlâ yaşayan bir şey var mı, görmek için.
Yazıyı bitiriyorum. Çok da düzenlemiyorum. Gönder tuşuna basıyorum.
Paylaşıyorum. Belki kimse okumaz.
Belki de o ses haklı çıkar.
Günler geçiyor. Yazdığımı unutuyorum. O yazının içine gömdüğüm duygular benden uzaklaşıyor.
Sonra bir gün, bir mesaj düşüyor telefonuma.
Bilinmeyen bir hesaptan.
“O yazıyı okudum. Kendimi ilk kez bu kadar net gördüm.
Bir süredir çok karanlık bir yerdeydim.
O gece intihar etmeyi düşünüyordum.
Ama yazdıkların beni tuttu.
Sadece biri bile beni anlıyorsa… dedim… belki daha bitmedi her şey.”
Elimden telefon düşüyor.
Dünyam duruyor.
Ve o içimde aylarca konuşup duran fısıltı…
ilk kez susuyor.
İşte o an anlıyorum:
Ben sadece yazmamışım.
Bir yerlere dokunmuşum.
Bir kelime, bir cümle, belki sadece bir nokta…
Birini hayatta tutmuş.
İçim titriyor.
Ağlamak değil bu.
Bu başka bir şey.
Bu… yaşadığını fark etmek gibi.
Bütün o karanlık, bir anda anlam kazanıyor.
Ve hemen dönüp bakıyorum, ne yazmıştım diye.
İşte o gece yazdığım yazının tam hali:
“Bir Nokta Bile Olur Bazen”
Bazen susarsın.
Konuşmak istemediğinden değil,
konu kalmadığındandır.
Bazen yazamazsın.
Kelimen olmadığı için değil,
içinde biriken o kelime selini taşıyamadığındandır.
Bazen aynaya bile bakmazsın.
Çünkü gördüğün yorgunluk değil,
yarım kalmış bir çığlıktır.
Bazen sadece biri duysun istersin.
Seni kurtarsın değil.
Sadece “evet, ben de öyle hissettim” desin.
O kadar.
Ve bazen… sadece bir cümle okursun.
Bir yabancının yazdığı.
Ama seni senden daha iyi anlatan.
İşte o cümle, bazen bir noktadır.
O noktadan sonrasını silmekten vazgeçersin.
Eğer şu an bunları okuyorsan
ve karanlığın tam ortasındaysan…
bil ki yalnız değilsin.
Ben de oradaydım.
Ve hâlâ buradayım.
Senin için.
İşte o yazı, birini tuttu.
Birini durdurdu.
Ve beni de.
O fısıltı şimdi hâlâ geliyor bazen.
Ama artık cevabım var:
“Benim kelimelerim bir hayat tuttu. Sen sus artık.”