Fikir suçlusu bir edebiyatçı: Sebahattin Ali

O, eğitim hayatına Üsküdar’da bulunan Füyuzat-ı Osmaniye Mektebinde başlar. İptidai Mektebini ise babasının görevi nedeniyle gittikleri Çanakkale’de okur. Daha sonra babasının Edremit’e tayini çıkınca okulun geri kalan kısmını burada tamamlar. Başarılı bir öğrenci olan Ali, İstanbul Muallim Mektebinden öğretmen diploması ile mezun olur. 

Recep KADİROĞLU KIEL 

“… Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler, bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen bulutlar benden bir teselliyi: unutmayı alırlardı…” (Ökten, 2019).

Bu satırlar, Evliya Çelebi’nin; “Burası büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları… vardır… Allah korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” (yuzyillikhikayeler.com, t.y.) dediği meşhur Sinop Cezaevi’nde, 1936 yılında fikir suçlusu olarak hapis yatan Sabahattin Ali’nin “Duvar” isimli öyküsünden alınmıştır. Bu mahpushaneyi meşhur eden de onun, “Aldırma gönül, aldırma” şiirinde geçen şu mısralarıdır:

“Dışarda deli dalgalar,

Gelip duvarları yalar,

Seni bu sesler oyalar,

Aldırma gönül, aldırma…” 

Sabahattin Ali Kimdir?

Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907 tarihinde doğmuştur. Doğum yeri babasının görev yaptığı Bulgaristan’ın Gümülcine sancağına bağlı Eğridere ilçesidir. Yüzbaşı Ali Selahattin Bey ve Hüsniye Hanım’ın ilk çocuklarıdır. Trabzon kökenli bir aileye mensup olan yazar Ali’nin, Fikret ve Süheyla isiminde iki kardeşi daha vardır.

O, eğitim hayatına Üsküdar’da bulunan Füyuzat-ı Osmaniye Mektebinde başlar. İptidai Mektebini ise babasının görevi nedeniyle gittikleri Çanakkale’de okur. Daha sonra babasının Edremit’e tayini çıkınca okulun geri kalan kısmını burada tamamlar. Başarılı bir öğrenci olan Ali, İstanbul Muallim Mektebinden öğretmen diploması ile mezun olur. 

Onun ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu olur. Ardından Maarif Vekaletinin yabancı dil öğretmeni yetiştirmek için sınavla Avrupa’ya öğrenci göndereceği haberini alır. Girdiği sınavda başarılı olan Ali, Almanya’ya gider. On beş gün Berlin’de kaldıktan sonra Potsdam’a yerleşir. Burada hem özel bir kurumdan hem de bazı şahıslardan Almanca dersi alır ve iki yılı tamamlamadan Almanca öğrenerek geri döner.

Türkiye’ye döndükten sonra Bursa’nın Orhaneli ilçesinde tekrar öğretmen olarak göreve başlar.  Fakat, burada fazla kalamaz, Aydın’a Almanca öğretmeni olarak gönderilir. İdealist bir öğretmen olan Ali, Anadolu insanının yaşam şartlarının iyileşmesi adına fikir sancısı çeker. Bulunduğu ortamlarda Ankara’daki yöneticilerin Anadolu kırsalını ihmal ettiğini ve yeterince hakkaniyetli davranmadığını dile getirir. Ancak bu düşüncelerinden dolayı komünizm propagandası yapmakla suçlanır ve hakkında soruşturma açılır. Yapılan soruşturma sonunda serbest bırakılır. Fakat ülkede birileri kraldan daha çok kralcı kesilince her nasılsa hüküm bozulur ve tekrar hapse atılır. Ancak adliyedeki hakkaniyetli hukukçular sayesinde hakkındaki suçlama düşer ve ardından Almanca öğretmeni olarak Konya Ortaokuluna gönderilir.

Konya’da çalıştığı dönemde de ideallerinden ödün vermeyen Ali, beraber olduğu bir arkadaş ortamında, “Hey ana vatanından ayrılmayanlar…” diye başlayan bir şiir okur. Fakat, dediğim gibi kralcılar okuduğu bu şiirden rahatsız olur ve onu jurnaller. Güya okuduğu bu şiirle o günün yönetici kadrosunu yermiştir. Bu yüzden 22 Aralık 1932’de tekrar tutuklanır. Bir müddet Konya’da tutulan Ali, fikirlerinden dolayı azılı bir mahkûm muamelesine tabi tutularak -günümüzde müzeye çevrilen- Sinop Cezaevine gönderilir. 

Aradan bir yıl geçmeden Cumhuriyet’in 10. yılı münasebetiyle çıkarılan umumi af onun için can simidi olur ve serbest kalır. Tarih 1935’i gösterirken Aliye Hanım’la evlenir ve Filiz adında bir kızları olur.

Sabahattin Ali’nin Edebi Kişiliği

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Ali, Türk edebiyatında “Toplumcu Gerçekçi” akımı olarak bilinen bir düşünce yapısının savunucusudur. 1930’lu yıllarda kendini gösteren bu düşünce, Anadolu kırsalında yaşayan insanların problemlerini dile getirir. Kendilerince tespit ettikleri bu problemlerin çözümü maksadıyla fikir üretirler. Daha sonraları sol kesim tarafından sahiplenilen bu düşünce şekli bir akım hâline gelir. O gün bu düşünceyi benimseyen yazarlardan bazıları, “Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz….” (turkedebiyati.org, t.y.) gibi isimlerdir.

Edebî hayatına şiirle başlayan Ali, hikâye, öykü, roman ve tiyatro gibi birçok edebî esere imza atmıştır. Onun eserleri, daha çok Anadolu’nun kırsalından aldığı acıklı hikâyelerden oluşmaktadır. Bu hikâyeleri gerçekçi bir dille aktaran, muhteşem doğa tasvirleriyle hikâyenin geçtiği mahali resmeden bir kalemi vardır. Hikâye ve romanlarında canlı, güzel bir dil ve etkileyici bir üslup kullanan yazar, iyimser bir niyetle eserlerini kaleme almıştır. Zira Anadolu insanı onun kaleminde sefil, düşkün, karamsar değil; dost canlısı, folklor zengini, iyilik peşinde koşan insanlar olarak karşımıza çıkar. Son yıllarında mizahı da denemiş, sembolik hicivli masallar yazmış ancak hikâye ve romanlarında olduğu kadar başarılı olamamıştır (edebiyatogretmeni.org, t.y).

Toplumsal gerçekçiliğin ilk başarılı örneklerinden sayılan “Kuyucaklı Yusuf”, onun en tanınmış eserlerinden biridir. Daha çok hayatın içinden sosyal sorunları dile getiren yazar, iletişimsizlik, yalnızlık ve anlaşılamama gibi temaları işler. Bunun bir neticesi olarak aile, evlilik, aşk ve intihar gibi konuları da ele alır. Genel anlamda, eleştirel ve realist bir tavırla kaleme aldığı romanlarında aydın kesimi eleştirmekten çekinmez. Yazdığı üç romanının ana karakteri erkektir. Öne çıkardığı bu karakterler, bulundukları çevreye uyum sağlayamamış kişilerdir. Farklı mekân ve farklı zaman dilimlerini anlattığı bu eserlerinde yalın, sade ve anlaşılır bir dil kullanır.

Onun en ünlü romanı “Kürk Mantolu Madonna” olup 1943 yılında Remzi Kitabevi tarafından basılır. Aşk ve evlilik temalarının öne çıktığı bu roman, Raif Efendi’nin hayatında yaşadığı en yoğun üç aylık süreci anlatmaktadır. Üzerinde en çok konuşulan bu eser, Almanca, Arapça, Rusça, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca gibi çeşitli dillere çevrilmiş ve ayrıca tiyatroya da uyarlanmıştır. Diğer önemli romanı ise “İçimizdeki Şeytan” isimli eseridir (bkmkitap.com, 2021).

Şiirlerini koşma biçiminde yazan Ali, hece ölçüsünü kullanmayı tercih etmiştir. Genellikle de hecenin 8’li ve 11’li kalıplarını kullanır. Yazdığı koşmalar, en az üç, en fazla altı dörtlükten oluşan Âşık edebiyatı nazım biçimindedir. O, koşma dışında daha çok bentlerden oluşan farklı türden şiirler de kaleme almıştır. Bunlarla beraber az da olsa divan şiiri geleneklerini yansıtan şiirleri de vardır. Dört kitapta topladığı şiirleri şunlardır: “Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağanın Serenadı, Öteki Şiirler, Bütün Şiirler.” Asıl maharetini hikâyelerinde gösteren Ali, hikâyelerini de şu beş kitapta toplamıştır: “Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk” (Külek, 2016).

Memleketi terk etmeyle gelen ölüm

Ali, kendi ailesinde de problemli bir çocukluk geçirmiştir ki, bunu yazdığı eserlerde de görmek mümkündür. Okul yılları sayılmazsa öğretmenlik yılları da bin bir gaile içinde mücadele etmekle geçmiştir. Buna rağmen kısa denebilecek bir zaman aralığında edebiyat çevrelerini kıskandıracak şekilde eserler vermiştir. Hayat bu şekilde bir taraftan yüzüne gülerken, öbür taraftan onu durmadan kıskaca almaya çalışır. 

Aslında onun suçu düşünmek ve fikir üretmektir. Bu yüzden hakkında arka arkaya davalar açılır ve bu davalarda verilen haksız mahkûmiyet kararlarıyla boğulmaya çalışılır. Bu durumun oluşturduğu sürekli endişe ve tedirginlik onu adeta hayattan usandırır. Yaşadığı bu psikoloji onu oldukça bunalttığı günlerin birinde ailesine haber vermeden memleketi terk etmeye karar verir. Soğuk bir mart ayında bu kararını gerçekleştirmek için önce Suriye sınırından çıkmaya çalışırsa da başarılı olamaz. Daha sonra kendine ait bir kamyonla, “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek yola çıkar. Maksadı peynir taşımak değildir. Aksine hakkında açılan davalar, aleyhine ilerlediği için bir an önce Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktır. Kendisine yasal yollardan pasaport verilmez. Bu yüzden kaçak yollardan çıkmak zorunda kalır.

Bulgaristan’a geçmesi tek başına mümkün değildir. Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nden tanıdığı Berber Hasan bu konuda yardımcı olur ve onu eski bir subay olan Ali Ertekin ile tanıştırır. Bu şahıs normalde silah çalma suçundan dolayı ordudan ihraç edilmiş biri gibi gözükmektedir. Ancak gerçekte öyle olmayıp istihbarat hesabına çalışan bir elemandır. Bu şahısla beraber 31 Mart 1948 tarihinde Kırklareli’ne gitmek için yola çıkarlar. Olayın bundan sonraki kısmını onun katili olan Ali Ertekin mahkemede şöyle anlatır:

“Sabahattin Ali’nin Türklükle alakası olmayan ve Türk milletine fenalık için harice kaçmak isteyen bir canavar olduğunu anladım. Zaten elinde de şişkin bir çantası vardı. Bu çantada mevcut olması muhtemel muzır evrakı düşündüm. Heyecanım teessüre inkılap etti. Titremeye başladım. Elimde sopa vardı, ayağa kalktım gezinmeye başladım. Her geçen saniye asabımı bir kat daha sarsıyordu. Gözlerim kararır gibi oldu. İşte bu millî düşünce ile birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopa ile kitap okumakta iken onun kafasının sol tarafına, yüzüne doğru şiddetle vurdum. Suratı, gözlükleri, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Bu iki darbeden sonra sağ tarafa doğru yıkıldı… Dikkat ettim, hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Artık ölmüştü.” (cafrande.org, 2021).

Akif; “Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” der. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, ibret alınmadığı için Hırant Dink’in katili de -güya- milli duygularının tetiklemesi sonucunda onu öldürdüğünü söyler.

Evet, tarih 1 Nisan 1948’i gösterirken sopayla başından defalarca vurularak öldürülen Ali’nin cansız bedeni iki gün sonra bir çoban tarafından fark edilir. Hadise, jandarmaya haber verilir. Ancak cansız bedeni otopsi yapılmak üzere adli tıbba getirilirken yolda kaybedilir. Onun cenazesini toprakla buluşturacak ortada bir beden olmadığı için ne yazık ki ailesi ve geride kalan yakınlarının ziyaret edebileceği bir mezarı da yoktur. 

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.