Ayşen Küçükyıldız
Varşova, 1878
Bazen hatıralar bir odanın içindeki toz gibi süzülüverirler… Görmezsiniz ama her nefeste içinize çekersiniz. Babamın ders verdiği sınıfta, eski kitapların kokusu hâlâ burnumda. Annemin yorgun bakışlarında kaybolduğum o akşamlar… Ve onların gidişi. Önce kız kardeşim, sonra annem. Ölüm çok erken tanıştırdı kendini bana. Belki de o yüzden, hayatın en ufak kıvılcımına bile bu kadar sıkı sarıldım.
Ben Marie Skłodowska. Ailemin dördüncü çocuğuyum. Küçük yaşta öğrendim susmanın ne demek olduğunu. Polonya’da kadınsan, hele ki bilim peşindeysen, ya susarsın ya da savaşmayı öğrenirsin. Ben ikincisini seçtim.
Clandestine Floating Üniversitesi‘nde öğrendim ilk kez yıldızların matematiğini. Gözlerimin içine bakarak, “Senin yerin burada değil, gökyüzünde,” diyen bir kadın profesörün sözleri kazındı aklıma. O gün karar verdim: Hayatımı bilime adayacaktım.
Ama bunun için Varşova yeterli değildi. Paris’e gitmeliydim. Ne annem vardı yol paramı denkleştirecek, ne de zaman beni bekliyordu. O yüzden yıllarca özel ders verdim, çocuklara matematik öğrettim, kendime ise sabretmeyi.

Ve bir sonbahar sabahı, bavuluma sadece birkaç giysi, not defterim ve umutlarımı koyup yola çıktım. Tren penceresinden bakarken, Polonya’nın sisli ormanlarına son kez göz gezdirdim. Geri döndüğümde, artık başka biri olacaktım. Henüz bilmiyordum ama Paris’te yalnızca bilimi değil, aşkı da bulacaktım. Ve bir ışığı… Hem beni parlatacak hem de yakacak olan o ışığı!
Paris… İlk adımımı attığımda şehir sanki üzerime devrilecek gibiydi. Binalar yüksek, sokaklar yabancı, insanlar hızlıydı. Üzerimdeki yün mantonun içinden kalbimin attığını duyuyordum. Ne param vardı ne de doğru dürüst bir dil bilgim. Ama beynim sıcacıktı; ateş gibi yanan bir tutku taşıyordum içimde.
Sorbonne’un taş duvarları arasında yürürken, kendimi hem çok küçük hem de çok güçlü hissediyordum. Benden başka kimse, sabahları ekmeğe tereyağı sürecek parası olmadan matematik dersine gelmiyordu belki. Ama benden başka kimse, bir formül çözüldüğünde gözyaşı dökecek kadar sever miydi bilimi, emin değilim.
Kütüphanelerde sabahlardım. Bazen açlıktan başım dönerdi. Ama bir denklem, bir teorik problem… Bunlar beni doyuruyordu. Not defterime sıkça yazdığım bir cümle vardı: “Bilgi, bedelini ödeyenindir.”
Ben her satırı terimle, gözyaşımla, yalnızlığımla ödüyordum.
Ve bir gün… Pierre Curie.
Sessiz bir adamdı. Gözlüklerinin ardından bakan meraklı ama yorgun gözleri vardı. İlk konuşmamız, laboratuvarda bir tartışmayla başladı. O, sarkaçlar üzerine çalışıyordu; ben manyetizma üzerine… Konularımız çakıştı, kelimelerimiz de. Sonra fark ettim ki o da benim gibiydi. Hayatın kıyısından yürüyen, bilimle hayatta kalan biriydi. Onunla konuşmak, saatlerce kimya problemleri üzerine tartışmak, sanki bir şarkının ritmini yakalamak gibiydi.
İlk defa biri zekâmdan korkmamıştı. Aksine, onunla yan yana yürümekten gurur duyuyordu. Bana evlenme teklif ettiğinde ona şunu söyledim:
“Benim evliliğim laboratuvarla, Pierre. Sence bu mümkün mü?”
Gülümsedi ve cevabı sadece bir cümleydi:
“Seninle aynı laboratuvarı paylaşmak, ömrümün en büyük keşfi olurdu.”
Ve biz, birlikte yürümeye başladık. Aşk, bizim için sözcüklerden çok formüllerde, gecelerce süren deneylerde, suskun ama anlayış dolu bakışlarda saklıydı.
Ama henüz bilmiyordum… Işık, çok parlak yanarsa gölgeyi de derinleştirir.
Pierre ve ben, laboratuvarımızda her gün biraz daha kayboluyorduk. Bilim, yaşamımızın her alanını sarhoş eden bir okyanus gibi; ne kadar derine inersek o kadar büyüleniyorduk. Radyum ve polonyum… İki element, dünyanın en derin sırlarını bizlere fısıldıyor gibi. Bu elementlerin içindeki ışık, bir gün tüm insanlığın karanlığını aydınlatacak, biliyorum. Ama biz, o ışığın sadece ilk yansımasını görebiliyorduk.
Laboratuvarın her köşesinde, ışığın yolunu kaybetmiş atomların izlerini buluyordum. Her deney, bir başka merakla başlayan yolculuğa dönüşüyordu. Bir gün, küçük odalarımızın kapısını çaldılar Nobel Komitesi‘nden bir mektupla. Mektubu açarken, içimden bir şeylerin döküleceğini hissettim. Nobel Fizik Ödülü. Bizim için. Tüm yılların, tüm bu mücadelelerin, yoklukların ve başarıların sonucuydu. Ama öyle bir an geldi ki o ödülün etrafında dönen tüm parıltıların içinde bir eksiklik vardı.
Pierre, ödülü almak için Stockholm’e gitmek üzere hazırlanırken, ben her şeyden önce onu kaybetme korkusuyla titriyordum. Ve o bir sabah kalktı, Paris sokaklarında bir arabanın çarpmasıyla hayatımdan silindi.
O anda, dünyadaki her şeyin, hiçbir anlamı olmadığını düşündüm. Nobel, altın, başarı… Ne fayda? Işığı bulmuşken, karanlık aniden daha derinleşmişti. Bir insan, hayatı boyunca bu kadar büyük bir kayıp yaşayabilir miydi? O kayıp… Beni içimdeki boşlukla, silik bir gölgeyle baş başa bırakmıştı.
Pierre’yi kaybettiğimde, karanlık tüm dünyamı sardı. Yalnızca kendimi değil, bilim dünyasını da sarsacak bir boşluk yaratmıştı. Ama hâlâ çalışmak zorundaydım. O yüzden devam ettim. Çünkü Pierre’in bana olan inancı, onun bana bıraktığı miras, artık benden daha güçlüydü.
İlk başta, kızı Irène ile birlikte laboratuvarımıza dönmek, bileklerimdeki bu yükü hafifletmeye çalışmak, her şeyi unutmak gibiydi. Ama zamanla, kaybın üzerimdeki etkisi azalmadı. Pierre’in gidişi, her gece bir rüyada beni takip etti. O yüzden, bir taraftan da Nobel ödülünün yeni dalgalanması, daha fazla çalışmam için tek bahane oldu. O yıl Polonya’dan gelen Irène’in üniversiteye kabulünü bildiren mektuplar bana bir nebze güç verdi. Kızım, annesinin yolunu izliyordu. Pierre’in bilime olan katkısı, bizim ailemizde ölümsüzleşmişti.
Pierre’in ölümünden sonra, o kadar çok şey değişmişti ki… Ama bir şey hiç değişmedi: Laboratuvar. Onun daima yanında olduğum o kutsal yer. Bilim, acıya karşı her zaman bir sığınak olmuştu. İçimdeki bu en karanlık boşluk, her geçen gün daha da büyüyen bir alev gibi, beni bir amaca doğru itti. Radyum, bu acıya karşı tek cevap gibiydi.
Bazen geceyi, tüm şehri görebilecek kadar yükseğe çıkarak izlerdim. Gözlerim, karanlıkta parlayan yıldızları arar ama en çok da Pierre’in gözlerini. Onunla her şeyi tartışmak, bulgularımızı paylaşmak… O zamanlar, her şeyin basit ve doğru olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi… Şimdi, yalnız kalınca, her şeyin karmaşık ve belirsiz olduğunu hissediyorum.
Çok geçmeden, bilim dünyasında beni bekleyen yeni bir görev geldi: Radyoaktivite üzerine yaptığım çalışmalar, dikkatleri üzerime çekti; Nobel Kimya Ödülü. Kimse, bir kadının böyle bir ödülü alabileceğine inanmıyordu. Ama ben her zaman inandım. Hatta bazen başarının en büyük bedelinin yalnızlık olduğunu yaşayarak gördüm.
Geceleri laboratuvarımda yalnız kaldığımda, bazen radyumun ışığına bakarak, bir an Pierre’in içindeki o parıltıyı tekrar görüyordum. Ama ne yazık ki, o ışık bana sadece karanlıkları daha da derinleştiriyordu. İnsanların gözleri üzerimdeydi ama ben yalnızdım. Kendi boşluğumla, dünyaya ışık olmaya çalışmak çok zordu.
Bir gün, Paris’in baş döndüren sokaklarında yürürken, yüzümdeki kırışıklıkları fark ettim. O kadar uzun zamandır hiç bakmamıştım ki aynaya. Ellerimde, akşamları yayılan radyum ışığının izlerini hissedebiliyordum ama belki de o ışık her geçen gün beni biraz daha tüketiyordu. Bilim dünyası beni alkışlarken, ben sadece kaybettiğimi hissediyordum.
Irène’in Paris Üniversitesi’ne kabul edildiğini duyduğumda, içimde tarifsiz bir gurur vardı. O da bilim dünyasına adım atmıştı. Pierre’in kızı, benim kızım… Bu düşünce, sevincin yanına bir hüzün de getirdi. Onun bu dünyada yalnız kalmasını istemiyordum, ama bilim… Bilim, tüm insanları bir araya getirse de, aynı zamanda her bireyi de yalnız kılmıyor muydu?
Ve ben, ışığın peşinden koşarken, aslında kendimi kaybettim. Radyumun ışığı, bana her zaman umut vermişti, ama şimdi o ışığın bedelini ödüyordum. Sağlığım bozuluyor, her gün biraz daha güçsüzleşiyordum. Ama laboratuvarın kapısından girdiğimde, dünyanın geri kalanını unutuyordum. Yalnızca Pierre’in hayaletinin benimle olduğunu bilirdim.
Her şeye rağmen devam edecektim. Çünkü ışık, yalnızca karanlıkta parlar. Ve ben karanlıktan korkmam. Ben, karanlıktan beslenirim.
Zaman ilerliyordu. Ama değişen bir şey yoktu. Bilim ise hep bir adım daha ileriye gitmemi istiyordu. Her gün, laboratuvarımda daha fazla vakit geçirmeye devam ediyordum. Radyumun gizemleri her geçen gün daha da derinleşiyor ve beni daha çok içine çekiyordu. Ne yapmam gerektiğini, neyi sevdiğimi… Her şeyi unutmuştum. Ama bildiğim bir şey vardı: Radyum. O benim hayatımın merkezine yerleşmişti. Beni, ona hiç dokunmayan insanlar anlamazdı. Onunla olan ilişkim, aşk gibiydi; hem güzellik hem de yıkım vardı içinde.
Ama her şeyin bedeli var, değil mi?
Vücudum, zamanla tepkilerini göstermeye başladı. Ellerimdeki titreme, bir sabah uyanıp laboratuvara adım attığımda ilk kez fark ettiğim bir şeydi. Ardından gelen baş dönmesi, kusmalar… Bir kadının bedeni, yıllar boyu bu kadar yükü taşıyabilir miydi? Bu sorunun cevabı aslında çok basitti: Taşıyamaz.
Ona rağmen, yıldızlar gibi parlarken, bedenim her geçen gün biraz daha soluyordu. Bilimin ışığı, her ne kadar içimi ısıtsa da, beni yavaşça yok ediyordu. Sanki her zaman biraz daha zayıf düşerek, her gün biraz daha yanıyordum.
Ve sonunda o haber geldi: Birinci Dünya Savaşı. İnsanlar savaşa giderken, ben laboratuvarımda daha fazla vakit geçirmeye başladım. İleriye doğru bir adım daha atabilmek, bilim adına ne gerekiyorsa yapmak istiyordum. O yüzden, radyoloji ekipmanları ve mobil röntgen üniteleri ile cepheye gitmeye karar verdim. Hem kendimi hem de Irène’i orada yeniden bulmuştum. Savaşın yıkımı, sadece cephedeki askerleri değil, tüm insanları sarsmıştı.
Bazen kendimi şu şekilde düşündüm: Pierre’le o kadar kısa bir süre birlikte oldum ki, bu kadar az zamanda bilim ve aşkı birleştirmişken, her şey bir düş gibi silinip gitmişti. Ama şu an, ben bir savaşın içinde bilimsel ilerlemeleri, insanların yaşamlarını kurtarmaya çalışan bir kadındım. Ve hayatımın, bu iki kadim uğraşı – bilim ve mücadele – için geçmesi gerektiğine inanıyordum. Ama bir yandan da, o eski, saf zamanları özlüyordum. Pierre’le gece geç vakitlere kadar sürdürdüğümüz tartışmaları, birbirimizin fikirlerine saygı duymayı… Her şey o kadar hızlı ve her şey o kadar yıkıcıydı ki. Birçok yıl geçtikten sonra, Nobel ödülleri bir ödül gibi görünmüyordu artık. Birçok akademik unvanım ve başarılarım, içimdeki boşluğu doldurmadı. Her geçen yıl, Radyum’un ışığına olan aşkım arttı; ama bir gün, o ışığın daha fazla parlamadığını fark ettim. Irène, Nobel kazanarak kendi yolunda ilerliyordu. Kızımla gurur duyuyordum. Ama onu kaybetmekten de korkuyordum. Bu, dünyaya ışık veren her şeyin içinde bir parça karanlık olduğunu kabullenmek gibiydi.
Ve sonra… Sonunda, bedensel tüm kırılmalarımda, bir gerçek daha ortaya çıktı. Bilim, her şeyin önünde olabilirdi, ama yaşam ve ölüm arasında, bir kadının ruhunun ne kadar dayanabileceği çok sınırlıydı. Bilime bu kadar uzun süre kendimi adamıştım ki artık bedelini ödemek zorundaydım. Bedenimdeki o eski yaralar, içimdeki kaybolmuş parçalarla birleşti. Ve sonunda, radyum beni öylesine sarmaladı ki. Kanserdi bu. Radyasyonun etkisiyle bana bir ödül gibi geri döndü.
Ve bir gün… Ölüm, bir yıldızın kayması gibi geldi. Sessizce, sadece bedenimi terk etti. Ama arkamda bıraktığım her şey, bir miras, bir ışık bırakmıştı. İnsanoğlu, o ışıkla yaşamaya devam edecek, bilimin yolunda ilerleyecekti.