Doğu Karadeniz’in bir dağ köyünde doğdu. Bol çocuklu bir ailenin yukarıdan aşağı 5 numarasıydı.
İlk mesleği çobanlıkmış, gurur duyarak anlatırdı… Telaşlı ve hayat dolu bir adamdı, yapacak çok işi vardı. Gümüşhane Öğretmen Okulu ve İstanbul Hukuk mezunlarındandı. 70’li yılların başında doktora amacıyla bir süre Kuzey Almanya’da bulunmuş. Tanımadığım birçok adam ve kadının öğretmeni ve hocasıydı, bayramlarda ve özel günlerde ararlardı.
Kendine yetecek kadar anarşikti (!) ve devrimci… Ahlaklı, ilkeli ve hakkıyla yaşamak isteyen kim değildi ki, Turan Dursun’ların, Behice Boran, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu’ların Laik Cumhuriyeti, tam bağımsız hukuk devletini ilke edinmişti ve şimdilerde içi boşaltılmış ve yozlaştırılmış anlamıyla değil, doğru bildiğimiz anlamıyla Kemalistti, “Kalpaksız Kuva-i Milliyeciler”dendi…
Demokrat mıydı bilmem ama tam bir cumhuriyet çocuğuydu. 18 Mart’ı, sanki o günlerde Anafartalar’daymış da olan biteni bir tepeden seyretmiş kadar yaşayarak anlatırdı, Gelibolu’yu, popülizme bulaşmadan, o günkü ülke şartlarıyla anlamanın lüzumunu ondan iyi aktaran bir inkılap tarihi hocam olmadı henüz. Kimse kusura bakmayacak; o günlerde Gelibolu’dan Lapseki’ye kaç adet balıkçı teknesinin sağlam çıktığını sayıca biliyordu.

Yalan yok, kargalar bile bilir; Allah-kitap ve peygamberle pek işi olmazdı…
Hem çok Türktü, hem çok anti-Türk. Türk olmanın bütün klişelerine sahip olduğu halde o otantik, kendine özgü, aykırı ve anti-Türklüğü hem çok şaşırtır hem de güldürürdü.
Yemek yemekle de arası pek yoktu, yemek yapmakla da… Su kaynatmayı bildiğinden emin değilim… O meze severdi Tekirdağ rakısına hürmetten… Ölmeyecek kadar yerdi, bütün bir günü güneş altında bir bardak ayranla geçirebilirdi, angaryaydı onun için yemek yemek.
Balık severdi, bir de rakının yanında hakiki Ezine peyniriyle 5 adet siyah zeytin… 6 tane getirilince söylenirdi…
… “Ben beş adet dedim size” …
Kedi sevmezdi hiç, öyle ki; balığı Kartal-Ankara Caddesi no: 72’deki yazıhanesinin önündeki balıkçılardan henüz canlıyken alır, eve geldiğinde ayıklanmış kafalarını sularıyla camekanın penceresinden aşağı sarkıtırdı, aşağıda nafile bekleşen mahallenin 50 kedisi😁…
Tezcanlıydı çok, yavaş insanla işi olmazdı.
İşten geldiğinde üstünü değiştirmeden ortancaları sulamaya, üzüm dallarını kesmeye inerdi… “Ufak… Bana oradan bir çaput (!!) ver” derdi hemen, üzüm dallarını bağlamak için… Çaput bulamadığında evdeki dantel örtüleri (!!) çaput niyetine kullandığını görenler var… Ona sorsan hepsi çaputtu, ayrıntı sevmezdi…
80’li yıllar… Tüm mahalleliyi toplayıp arabalarla Terkos ya da Ömerli Barajı’na piknik yapmaya götürürdü, 9 kişiyi o zamanki arabamız VW-kaplumbağaya sığdırmışlığı var. Eğlenmeyi ve yaygarayı çok severdi.
Yoğurda mısır ekmeği doğramayı, makarnanın üstüne Lazlar gibi şeker dökerek yemeyi severdi. Gençken sesi gür çıksın diye çiğ yumurta yutardı.
Markalarla arası yoktu. Eve Sony diye Sanyo marka TV alıp getirmişti bir keresinde, dedik ya ayrıntı sevmezdi, ona göre Sony Sanyo ne farkı vardı… O zamanlar 20’lerinde olan ağabeylerim saçlarını başlarını yolmuştu gülmekten ve tabii ki kahırdan😁
Eşyalarla ömürlük ve tuhaf bir ilişki kurardı, 25 yıllık vitrin dolabı onun için daha dün alınmış kadar yeniydi mesela ve artık değişmesi gerektiğini söyleyen Namiye Hanım’a gayet kendinden emin ve müstehzi bir bakışla; “bu evde atılacak daha eski şeyler var Hanıııım” der, yine güldürürdü bizi… 😉
Ve büyük Nükhet Duru aşığıydı, öyle ki; o TV’ye çıktığında yeğenleri telefon eder “Amca, Cici yengemiz çıktı, falanca kanalı aç”… der, uyandırırlardı onu (bkz. Kuzenim Alev Ulviye ve Samuray Ağabeyim 😉).
70’li ve 80’li yıllarda Yeşilçam’ın girdiği hallerden memnun olmadığı için sinema sanatına ilgisini kaybetmişti ve son derece iyi, ödüllü festival filmlerine dahi gitmezdi. En son izlediği filmler neredeyse milattan önce Oscar alan “Kramer Kramer’e Karşı”, Clint Eastwood, Eli Wallach, Lee Van Cleef imzalı destansı Western filmi, “İyi, Kötü, Çirkin” ve Şener Şen’in Türkiye’nin feodal yapısını ve bunun sosyal sonucu olarak büyük şehirlerdeki çarpıklığı hicveden muhteşem sinema eseri “Züğürt Ağa” idi. İyi film dendiğinde döndürüp döndürüp onlardan bahsederdi. Buna karşı tiyatroyu çok sever, kışın bizi her ay şehir, belediye veya özel tiyatrolara götürürdü, Üsküdar-Musahipzade Celal, Kadıköy Haldun Taner, Harbiye-Muhsin Ertuğrul, Feridun Karakaya-Çevre Tiyatrosu ya da Sıraselviler-Devekuşu Kabare… Hepsinde çocuk olarak uyuklamışlığım var…
Sanıyorum kişisel olarak ilk iştirak ettiğim siyasi eylem, dövizli miting ya da yürüyüş, yine onun teşviki ve sayesinde bol faili meçhullü, buhranlı 90’lı yılların başında ben henüz lisede iken oldu. Annem ve beni alıp, rahmetli Cem Karaca ve arkadaşlarının sürgünden döndükten sonra Harbiye taraflarında, uluslararası insan hakları örgütleri ve sendika temsilcileriyle birlikte organize ettikleri bir konser-gösteriye götürmüştü, “Human Right Now” sloganını ve “Döviz” kelimesinin başka anlamları olduğunu ilk o gün duymuştum. Annemi ve beni, ülkede olan biteni sadece TV’den izleyerek değil, yerinde anlamamız için götürmüştü. Vizyonu çok geniş, kafası başka türlü çalışan bir Karadenizliydi ama o yıllarda her biri üniversite öğrencisi olan ağabeylerimi kendi elleriyle böyle bir gösteriye gitmeye cesaretlendirebilir miydi, çok emin değilim.
Çok neşeliydi, Alman polisinden hızlı vize alabilmesini, ya da gümrükten sorunsuz geçebilmesini temiz siciline ya da pasaportuna değil, yakışıklılığına ve karizmasına karşı koyamayan Alman polisine bağlardı, yerseniz… 🤭
Narratifi güçlü, retoriği sağlam, sohbeti keyifliydi… Çok okur, çok anlatırdı. Müzik tercihlerinde ise; Ankaralı Turgut’u, Fatih Erkoç’u, Müzeyyen Senar’ı ve Hikmet Şimşek seçkisi klasik müzik eserlerini aynı şapkanın altına sığdırabiliyordu.
Fener son yıllarda onun da yüzünü güldürmedi, hiçbir şeyden çekmedi Fener’den çektiği kadar…
Dümdüz bir adamdı, ip gibi.
Çok okurdu, okuma alışkanlığımı ve bazı lüzumlu dümdüzlüklerimi ona borçluyum… Çok şükür… Eee… Biz de ağaç kavuğunda büyümedik, armut dibine düşüyor…
Babam diye demiyorum; tam bir neşe ve keyif adamıydı, son yılları hariç harika yaşadı, yaşamanın hakkını verdi bence…
Öğretmenliği, öğretmen okulu mezunu eski öğretmenler gibi bir seferberlik anlayışıyla, idealist biçimde yaptı. Avukatlığı ise biraz sosyal hizmetler yapan rehber öğretmenliğine ve sosyal hizmet memurluğuna benzettiğini düşünüyorum; müvekkile usul, yol-yordam anlatırken ağzı kira istemeyenlerdendi, anlaşıldığından emin olmak isterdi. İstanbul Barosu’nun resmî ücret tarifesini uygulamadı hiç… “Ayağındaki çamurlu ayakkabısıyla yazıhaneye gelen köylüden resmî tarife mi istenirmiş” derdi… Her türlü bürokratik, hukuki ya da sosyal sorunda akıl danışılan bilirkişi, âkil adamdı, adeta tek başına, yürüyen sosyal hizmet kurumuydu.
Gerçek bir “Self Made Man”di, şikâyet etmenin ve mızmızlanmanın henüz keşfedilmediği bir kuşaktan geliyordu, eksiğe değil, elindekine odaklanan, çözüm odaklılardandı. Sınırsız bir yokluk sarmalı içinde kendini gerçekleştirmişti.
Vicdanı, eğitimi, sorumluluk anlayışı, çalışkanlığı ve öngörüsüyle bir insan evlâdının görüp göreceği en sosyal insandı. Bu özelliğiyle sadece kendi büyük ailesinin, öğrencilerinin ya da müvekkillerinin değil, hayatına dokunduğu sayısız ihtiyaç sahibi insanın hayatını dizayn etti.
Bence en büyük katkılarından biri, 20 Temmuz’da tatile giren İstanbul Barosu’nun ardından 21 Temmuz’da Yalova vapurunda yerini almayı alışkanlık haline getirmesiydi. Esenköy’deki Ahmet Bey’in pansiyonunun ve Yalova, Çınarcık, Armutlu sahil şeridinin, Termal, Marmara Köyleri’nin, Kefken’in, Karadeniz’in, Akdeniz’in ve son 35 yıldır Ezine-Geyikli ve Kuzey Ege’nin en gürültülü tatilci sülalesinin orkestra şefiydi. Tatil yapma ve gezme alışkanlığını da aileye o aşıladı bence. Çünkü sanıldığının aksine, hayatta kalma sınırlarında gezen ekonomik şartları muaf tutarsak, tatil yapmanın parayla çok da ilgisi yoktur. Umarım bu konuda da gözü arkada gitmemiş olsun.
Yıllar evvel bir Paris seyahatimizde, unuttuğu, kötü Fransızcasıyla Notre Dame’ın adresini ararken Fransızlarla girdiği adres sorma diyaloğunda biz arabanın içindekileri gülme krizine sokması aklımıza geldikçe hâlâ çok güldürüyor.
Sayısız arkadaşı, dostu, yol arkadaşı ve ahbabı vardı, “kendi konforum ve huzurum” algısı olmadığı için onlara göre hizalanır, kol kanat gererdi. Gönlü yayla gibiydi, efil efil eserdi.
Gençlerle arası hep çok iyi oldu, onları özellikle köhne, toplumun bir kısmına bıkkınlık veren toplumsal bazı değer, inanç ve alışkanlıkları değiştirmek konusunda katalizör olarak görür, cesaretlendirirdi. “Bizim dilimizde tüy bitti, anlatamadık, gençleri de bırakmıyorlar ki anlatsınlar, istedikleri gibi yaşasınlar” derdi.
Eskiden sadece babamdı, son yıllarında onun insan yanlarıyla da tanıştım… En son gittiğimde, beni tanımasına rağmen adımı söyleyemedi yüzüme, nihayet üçüncü gün Hayat sorduğunda “Ufuk” diyebildi…
… Ve 23.02.2025 gününün akşamı, onunla olan fiziksel birlikteliğimizde ona ayrılan sürenin sonuna geldik. Bundan sonra şanslıysak rüyalarda buluşacağız, bir de bize sayısız bıraktığı anıda…
“İndim havuz başına” türküsünü dinlerken, eski model bir Volkswagen-tosbağa gördüğümüzde, Cumhuriyet Gazetesi’ni her elimize alışımızda, taze fındık yerken, kitaplığını karıştırırken, “mümkün mertebe” tamlamasını kullanan birini duyduğumuzda, Halk TV seyrederken, tavla oynayan Çardakaltı emeklilerine denk gelince, Fener’in maçlarında, Mürefte, Yalova, Esenköy’e gittiğimizde, Geyikli’de akşam rüzgarı terasta eserken, Ümit Sefa, Sedat Vefa, Ferhat Taner ve Ufuk Evlâ, biz dört kardeş ve annem, birlikte onun rakı sofralarında onu anacağız.
Umarım gittiği yerde huzura erer, neşesi, telaşları ve komik halleri orada da devam ediyordur umarım….
Sen bizi çok güldürdün, biz seni çok sevdik Baba…
Hayattan alacaklı, gözün arkada gitmemişsindir umarım ve bu yaşadığımızdan daha büyük bir acı olmasın hayatımızda, biz arkada kalanlara ise yutulacak koca bir demir leblebi… Bu dünyadan bir Sait Bostan geçti… Sait Bostan diye yazılır, Sait Hoca diye okunur…
04.03.2025,
Ufuk Evlâ Bostan
Aslında babam Hayyam’ın rubailerini severdi, çocukken birlikte okurduk. Bu kez cenaze sonrası Vefa Ağabey’imin evde okuduğu Şems Tebrizi’nin bir sözü ile bitireyim madem…
Bir şey yap, güzel olsun.
Çok mu zor?
O vakit güzel bir şey söyle.
Dilin mi dönmüyor?
Öyleyse güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz.
Beceremez misin?
O zaman güzel bir şeye başla.
Ama hep güzel şeyler olsun.
Çünkü her insan ölecek yaşta.
Şems Tebrîzî