Recep Kadiroğlu Kiel
“Türkiye’de çektiğim tüm filmlerde, tek bir düşüncemi bile istediğim şekilde ifade edemedim. Bırakın Kürt sorunu gibi, işçi sınıfı gibi önemli bir meseleyi, toplumumuzda var olan temel adalet ve adaletsizlik sorunları bile ancak kısmen ve dolaylı olarak ele alınabilirdi.” (Benge, A. 1985)
Bu ifadeler, Türk sinemasının dünyaya açılmasında büyük rol oynayan Kürt oyuncu, yönetmen ve senarist Yılmaz Güney’e aittir.
Onun asıl adı Yılmaz Pütün’dür. Anne Güllü, Vartolu; baba Hamit, Siverek’in Desman köyünden. Hem baba hem anne tarafı yoksulluk, kan davası ve daha iyi yaşam umuduyla Adana’ya göçtü. Bu yüzden Güney, 1 Nisan 1937 tarihinde Adana’nın Yüreğir ilçesine bağlı Yenice’de doğdu. Burada, henüz çocuk yaşta ırgatlıkla tanıştı. Sokaklarda simit, sinemalarda gazoz sattı; çimenliklerde davar otlattı, pamuk tarlalarında çapa yaptı.
Onun sinemayla tanışması, 13 yaşında bisikletiyle 16 milimetrelik film bobinlerini taşıdığı günlerde oldu. İlköğretimden sonra Adana Erkek Lisesinde okudu. Daha o yıllarda okumaya ve edebiyata ilgisi büyüktü. Bu yönünü arkadaşı Özdemir İnce şöyle anlattı: “Yılmaz boş konuşmaz; o, Türk yazar ve şairlerinin yanında Andre Gide, Sartre, Camus, Descartes ve Bergson gibi yazarları da okudu. Şimdi düşünüyorum da bir lise öğrencisi için müthiş bir donanım. Soğuk kış gecelerinde, bir öğrenci yalnızlığı ve kimsesizliği içinde gaz lambasıyla tek başına okunmuş kitaplar…” (Güney, 1998).
Okuduğu kitaplar sayesinde oluşan birikimini, On üç, Yeni Ufuklar, Pazar Postası, Bir… gibi bazı dergilere öyküler yazarak değerlendirdi. Ayrıca Kemal Film’in maddi katkı sağladığı Doruk dergisinin çeşitli sayılarında hem yazarlık hem de sekreterlik yaptı.
Liseyi, 1956 yılında bitirdi. Ardından Ankara Hukuk Fakültesine kaydını yaptırdı. Burayı tercihindeki en büyük etken, fakültenin devam sorunu olmamasıydı. Çünkü hem çalışıp hem okumalıydı. İmkânsızlık bunu gerektiriyordu. Daha sonra bu üniversiteyi bıraktı ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine geçti. Bundan maksat, edebiyat dünyasıyla tanışmak ve bu arada fırsat bulursa Yeşilçam’a adım atmaktı.
O günlerde “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik” ismli bir öyküsü yayınlandı. Sözüm ona bu öykü ile komünizm propagandası yapmıştı. Yani düşünce suçlusu idi. Tıpkı Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve diğerleri gibi… Bu yüzden hakkında soruşturma açıldı.
O her şeye rağmen öykü yazmaya devam etti. O günlerde kenar mahallede yaşayan ayaksız, yoksul bir adamın kendi ağzından yaşamını anlattığı “Unutulmuş Adam” öyküsünü kaleme aldı. Onun ardından, köyden kente gelmiş ve bir handa yaşayan bir adamın iç konuşmalarını dile getirdiği “İçimizden Biri” adlı öyküyü yazdı. Kitabına da isim olan “Ölüm Beni Çağırıyor” adlı öyküsüyle ölüm döşeğinde birisinin iç dünyasında yaşadığı fırtınaları, halüsinasyonları anlattı.
Kalem sanki Hz. Musa’nın Âsâ’sı gibiydi. Adeta onu boğmaya çalışan bütün sihirleri yutuyordu. İşte yazmanın verdiği bu huzurla yeni bir öykü daha yazdı. Adı “Yasaklar Hiç Bitmeyecek.” Bu öykü ile kulağını kesmiş birinin sokaklarda gezinmesi ve sonra kendisini sevmeyen ama onun sevdiği kişinin kapısına dayanması hadisesini anlattı. “Kötüsünü de Seviyorum Şu İnsanların” öyküsü ise, sinemacı Güney’i doğurdu. O, bu öyküde kalemini bir kamera gibi kullandı. Anlattığı olayları öyle resmetti ki okuyucu zihninde her şeyi hayal edebiliyordu. Bu hikayeleri kaleme aldığında yaşı henüz 20 idi. Fakat usta kalemler kendisini gıpta ediyordu.
Tarih, 1961’i gösterirken hakkında açılan dava sonuçlandı. Verilen karar, 1,5 yıl hapis, 6 ay sürgün cezası idi. Hapis sonrası sürgün için Konya’ya gönderildi. Burada her gün karakola imza verdi. Aldığı bu ceza nedeniyle eğitimini yarıda bıraktı.
Her şeyin üst üste geldiği ve bütün olumsuzlukların diz çöktürmeye çalıştığı o günlerde Yaşar Kemal vasıtasıyla tanıştığı ünlü yönetmen Atıf Yılmaz imdadına yetişti ve “Sen bize senaryoda yardım edersin” diyerek diz çökmesine izin vermedi. Ayrıca Adana’dan hemşehrisi Yaşar Kemal, o günün parasıyla 500 TL vererek onun başını eğdirmedi.
Bu iki samimi insanın kendisine omuz vermesiyle tekerlek tümseği aştı. Bundan sonra kameranın karşısına geçti ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Bu Vatanın Çocukları” filminde oynadı. Ardından yine Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Alageyik” filminin hem oyuncu kadrosuna girdi hem de senaryosuna yardım etti. Yukarıda bahsi geçen ceza bu filminin çekimleri sırasında geldi. O günleri kendi kaleminden şöyle anlattı: “Öğrenimim yarım kalmıştı. Önümdeki tek yol hayat okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığıyla kendimi eğitmekti. Öyle yaptım. Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları vs. Zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık öğretmenlerim oldu.” (Yıldız, 2020).
Sinemaya 1963’te tekrar döndü. Ağırlıklı macera filmleri çekti. Onlardan biri, 1963 yapımı “İkisi de Cesurdu” filmiydi. Burada canlandırdığı kabadayı karakteriyle büyük beğeni topladı. O yıllarda kendisine “Çirkin Kral” denildi. Sinama sektörünü elinde tutan “Beyaz Türkler” kendilerine alternatif olsun istemiyordu. Onların yakışıklı Kralı hayatı toz pembe gösteren filmlerin baş rol oyuncusu Ayhan Işık’tı. İşte, bu kesim, halkın gözünden düşürmek için ona “Çirkin Kral” dedi. Ona takılan bu lakap tutmadı. Zira, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde 1967 yapımı “Hudutların Kanunu” filmiyle “En İyi Erkek Oyuncu” seçildi.
O çocukluk yıllarından başlayarak ömrünün son anına kadar fırtınalı bir yaşam sürdü. Ancak herşeye rağmen yaklaşık yüzde yetmişe varan oranda orta hâlli insanların gönlüne girdi. Dolayısıyla onun filmleri küçük kasabalardaki yazlık sinemalarda bile kapalı gişe oynadı. Bazen de filmin heyecanına kapılanlar ilginç olayların yaşanmasına neden oldu. Bunlardan en ilginci, “Seyithan” filmindeki bir sahnede yaşandı. O sahnede senaryo gereği Güney vuruluyordu. Tam o anda kendine hâkim olamayan seyircilerden biri beyazperdeye ateş açarak onu vuran oyuncuyu durdurmaya çalıştı. O arada filmi izleyen Tenekeci Mahmut lakaplı esnaf, en ön sıralardan kalkarak “Merak etmeyin, merak etmeyin Yılmaz Abi bu kalleşin cezasını da verecek” dedi.
Güney’in şöhret basamaklarını tırmandığı o yıllar, sağ ve sol çatışmalarının yoğun yaşandığı zamanlardı. Dolayısıyla onun yazdığı senaryolar, çıkardığı dergiler sol siyasete malzeme oldu. Bu yüzden 1971 Muhtırası’nda bir kez daha gözaltına alındı ve bu kez de üç aylığına Nevşehir’e sürgüne gönderildi.
Burada da boş durmayan Güney, yeni senaryolar yazdı. Sürgün bitince tekrar İstanbul’a döndü ve yazdığı senaryoları hayata geçirebilmek için kamera karşısına geçti. Yarının ne getireceğini bilemediği için çektiği filmlerde hem oyuncu hem de yönetmen oldu. Artık Yeşilçam’ın tanınan ve sinemanın sempatik yüzüydü. Ancak onun yaşamı, düşünce yapısı, siyasi duruşu ve sanat anlayışı mevcut sisteme sempatik gelmedi. Bundan dolayı her adımı takip edildi. Onu durdurmak isteyenler bu sefer de Mahir Çayan ve arkadaşlarını sakladığı iddiasıyla (1972) tekrar gözaltına aldı. Yargılama sonucu iki yıl kadar cezaevinde kaldı. Ardından 1974 affıyla serbest kaldı. Aslında cezaevi ona ilaç gibiydi. Zira burada hem vaktinde okuyamadığı kitapları okudu hem yeni senaryolar yazdı.
Cezası bittiği gün sinemayı kaldığı yerden daha ileri bir noktaya taşıdı. Dolayısıyla projeleri daha bir sınıfsal karakter kazandı. Ezilen yoksulların yanında bir de sosyal kimliği devreye girdi ve Seyithan filminde Kejê ismini kullandı. Bu yüzden film sansürlendi ve uluslararası yarışmalara katılması engellendi.
Bütün bunlara rağmen ismiyle müsemma olan Güney, pes etmedi. Son sürat onlarca yeni filme imza attı. Adana’da yoksul tarım işçilerinin hayatını anlattığı “Endişe” filminin çekimine başlamıştı. Mevsim yaz ve hava sıcaktı. Film ekibiyle set sonrası bir kır gazinosunda çekimleri değerlendiriyordu. Devlet denen asık surat onu zaten günah keçisi ilan etmişti. Bu yüzden olsa gerek yan masada bulunan Yumurtalık İlçe Hâkimi Sefa Mutlu ile bir tartışma yaşandı ve hâkim silahla vuruldu. Güney’in kuzeni “Ben vurdum, suç benimdir” (Postacı. H. 2021) demesine rağmen olay Güney’e fatura edildi.
Yargılama sonucu 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ancak bu durum, yarım kalan “Endişe” filminin bitirilip gösterime girmesini engel olmadı. O günün şartlarında imkânsızı başarmak denebilecek bir performansla bir yandan Sürü ve Yol filmlerinin senaryolarını yazdı, diğer yandan da Güney adlı kültür ve sanat dergisini çıkardı.
12 Eylül 1980 Darbesi’’nin yapıldığı gün, hâlâ Isparta cezaevindeydi. Darbenin ardından siyasi bahanelerle hakkında yeni davalar açıldı. Cezaevindeki beşinci yılında bir günlük izinle dışarı çıktı. Güney, Pis bir kedi gibi kendi çocuklarını yiyen zihniyeti tahmin ediyordu. Bu yüzden cezaevine geri dönmedi ve Mersin’den kaçarak Fransa’ya yerleşti.
O günlerde bu film dünyanın en iyi filmleri arasında gösterilse de yavrusunu gözden çıkaran Pis Kedi (Devlet) 1982 yılında onu vatandaşlıktan da çıkardı. Fakat o özgürlüğü fırsat bilerek asıl işine odaklandı ve “Duvar” filminin çekimlerine başladı. Ancak o günlerde kanser olduğunu anlayınca film, istediği başarıyı yakalayamadı.
Hayatı boyunca ötekileştirilen, çalışmaları hor görülen ve bu yüzden kendisine “Çirkin Kral” denilen Güney, eserleriyle yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda ödül aldı. Bunlardan biri de Şerif Gören’in yönettiği (1981) “Yol” filmiydi. Bu film ile 1982’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü aldı.
Evet, o toplamda 114 filmde oyuncu, 26 filmde yönetmen, 64 filmde senarist ve 15 filmde yapımcı oldu. Türkiye’nin ulusal film yıldızı olarak kariyeri yirmi altı yıl sürdü. Bu kariyerin on iki yılı da hapis cezasıyla kesintiye uğradı. Şimdi düşünüyorum da Beyaz Perde’nin unutulmaz yüzü olan bu insan, şayet dijital hayatın hızıyla tanışmış olsaydı acaba geride kaç film ve senaryo bırakırdı?
O ülkesini muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak istedi ve Türk sinemasını dünyaya açtı. Ancak “ağzıyla kuş tutmak” deyiminde olduğu gibi imkansızı başarsa da kurucu zihniyet onu sevmedi. Bu yüzden sıkıntılı bir hayat yaşadı ve kısa sürede yıprandı. Kendisine yaşatılan acılar midesine vurdu ve mide kanseri oldu. Vefatından bir ay önce (9 /08 / 1984) Alfreda Benge verdiği röportajda hala ülkesinin problemlerini dile getiriyordu. Fakat ömrü buna yetmedi. 9 Eylül 1984’te henüz 47 yaşındayken hayata veda etti. Maalesef vatansız (Haymatlos) olarak Paris Pere Lachaise Mezarlığı’na defnedildi.
