“Baba, bak ne yaptım!” diye seslendi arkasından gelen ince bir çocuk sesi. On yaşındaki oğlu Levon, elinde küçük bir ahşap parçası tutuyordu. Üzerine özenle oyulmuş küçük bir kuş figürü vardı. Aram gülümsedi. Levon, tehcir sırasında kaybettiği üç çocuğundan hayatta kalan tek evladıydı. Eşi Anna’yı da zorlu yürüyüş sırasında hastalıktan kaybetmişti.
Sebahattin Çelebi Frankfurt
1917’nin soğuk bir kış sabahıydı. Aram, nefesi buz kesmiş havada dumanlar saçarak, Halep’teki küçük dükkânının önünde duruyordu. Kırk yaşındaydı ama son iki yıl onu çok yaşlandırmıştı. Gözlerindeki derin çizgiler, çatık kaşlarının altında gizlenen bakışları ve yorgun omuzları, yaşadığı acıları anlatıyordu.
Tehcir’den sonra Suriye’ye yerleşmek zorunda kalan binlerce Ermeni’den biriydi. Eskiden Kayseri’de saygın bir saat tamircisiydi. Şimdi ise Halep’te, çok daha küçük bir dükkânda, çok daha az müşteriyle hayata tutunmaya çalışıyordu.
“Baba, bak ne yaptım!” diye seslendi arkasından gelen ince bir çocuk sesi. On yaşındaki oğlu Levon, elinde küçük bir ahşap parçası tutuyordu. Üzerine özenle oyulmuş küçük bir kuş figürü vardı.
Aram gülümsedi. Levon, tehcir sırasında kaybettiği üç çocuğundan hayatta kalan tek evladıydı. Eşi Anna’yı da zorlu yürüyüş sırasında hastalıktan kaybetmişti.
“Çok güzel olmuş, oğlum,” dedi Aram, çocuğun başını okşayarak. “Annen ahşap oymacılığını çok severdi, biliyor musun?”
Levon başını salladı, annesinin yüzünü hatırlayamasa da, babasının anlattığı hikâyelerle onu tanıyordu.
Dükkânın kapısı çalındı. İçeri giren, yaşlı bir Arap tüccardı. Aram’ın tamir ettiği saati almaya gelmişti.
“Selamünaleyküm, Aram usta,” dedi tüccar. “Saatim hazır mı?”
“Aleykümselam, Faysal efendi. Evet, hazır,” dedi Aram, raftan küçük bir kutuyu alarak.
Tehcir sonrası Suriye’deki yerli halk, özellikle de Araplar, yerleşen Ermenilere genellikle sıcak davranmış, onların zanaatlarını takdir etmişlerdi. Aram’ın ustalığı da çabuk duyulmuştu.
Faysal saati inceledi. “Harika bir iş çıkarmışsın, dostum. Allah razı olsun.”
Aram teşekkür etti. Tüccar ayrıldıktan sonra, dükkânın arkasındaki küçük odaya geçti. Duvarda asılı duran soluk bir fotoğrafa baktı. Kayseri’deki evlerinin önünde, tüm ailesiyle birlikte çekilmiş bir hatıraydı. Eşi Anna, üç çocukları, hatta Anna’nın babası… Hepsi oradaydı, gülümsüyorlardı.
Odanın bir köşesinde duran küçük sandığı açtı. İçinden, özenle sarılmış bir keman çıkardı. Tehcir sırasında yanına alabildikleri çok az şeyden biriydi bu. Usulca kemanı çenesine dayadı ve çalmaya başladı. Eski bir Ermeni halk ezgisiydi çaldığı.
Müzik odayı doldururken, Levon sessizce içeri girdi ve babasını izlemeye başladı.
“Babam derdi ki,” dedi Aram, çalmaya devam ederken, “müzik, insan ruhunun en derin yarasını bile sarar.”
Akşam olduğunda, dükkânı kapatıp evlerine doğru yürümeye başladılar. Halep’in doğu kesiminde, birçok Ermeni ailenin yerleştiği bir mahalledeydi evleri. Yolda, Ermeniler için bir yardım merkezi kurmuş olan Amerikalı misyoner Dr. Wilson’a rastladılar.
“İyi akşamlar, Aram,” dedi Dr. Wilson. “Yeni yetimhane inşaatı için yardımını rica edecektim. Biliyorsun, birçok Ermeni çocuğu ebeveynlerini kaybetti. Onlara bakmak zorundayız.”
“Elimden ne gelirse yaparım, doktor,” dedi Aram. “Yetim çocukların ne hissettiğini iyi bilirim.”
Eve vardıklarında, komşuları Maral teyze onları karşıladı. Maral da Kayseri’den gelmişti, kocası yolda ölmüştü.
“Akşam yemeği hazırladım,” dedi Maral. “Beraber yiyelim istedim.”
Masaya oturdular. Bulgur pilavı ve mercimek çorbası vardı. Yemek yerken, Halep’teki Ermeni okulunun yeniden açılması hakkında konuştular.
“Levon okula başlamalı,” dedi Maral. “Near East Relief, okul için yeni kitaplar getirmiş.”
“Evet,” dedi Aram. “Eğitim çok önemli. Anna olsa a da aynı şeyi söylerdi.”
Yemekten sonra, Levon uyumaya gitti. Aram ve Maral çay içerken, geçmişten, gelecekten konuştular.
“Bazen,” dedi Aram, “neden hayatta kaldığımı düşünüyorum. Diğerleri… onlar neden?”
“Bilmiyorum,” dedi Maral. “Ama hayatta kaldıysak, bir sebebi olmalı. Belki de hikâyemizi anlatmak için.”
Aram, masanın üzerinde duran gümüş saatine baktı. Dedesinden babasına, babasından da ona kalan bu saatti. Tehcirden önce, sonra, hep yanındaydı.
“Geçmişi unutmamalıyız,” dedi Aram. “Ama geleceğe de bakmalıyız. Çocuklarımız için. Onlar bizim hikâyemizi sürdürecek.”
O gece, yatağında uzanırken, Aram pencereden görünen yıldızlara baktı. Uzakta, çok uzakta, Anadolu’da kalan evini düşündü. Acı veren anılarını. Ama aynı zamanda, oğlu Levon’un geleceğini, onun için kurmak istediği yeni hayatı da düşündü.
“Yeni bir başlangıç,” diye fısıldadı kendi kendine. “Zor olacak, ama mümkün.”
Gözlerini kapatırken, içinde küçük bir umut ışığı belirdi. Yarınki güne, yeni bir başlangıca doğru…
*
Bu tip dramatik hikayelerin bolca yaşandığı Ermeni Tehciri, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ve ardından gelen Türk Kurtuluş Savaşı sırasında, yüz binlerce, bir milyon veya daha fazla etnik Ermeni’nin zorla kitlesel tahliyesi anlamı taşıyordu. Bu dönem, Türk ve Ermeni toplumlarına sebep olduğu büyük acılarla ünlendi ve bu nedenle “tehcir” veya “Ermeni Soykırımı” gibi çeşitli isimlerle anıldı. Tartışmalar, olayın kendisi, niyetler ve sonuçlar üzerinde yoğunlaşıyor.
Tarihsel Arka Plan
Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın ikinci yarısında, belirli milliyetçi hareketlerin ivme kazandığı dönemde gerilemeye başladı. “Sadık Millet”in bir parçası olmalarına rağmen, Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve Avrupa devletlerinin Rus İmparatorluğu tarafından uygulanan “Doğu Sorunu” politikalarına yanıt olarak, kendilerini giderek daha fazla sadece sadık tebaa olarak görmemeye başladılar. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı ve 1878 Berlin Antlaşması, Ermeni Sorunu’nu uluslararası toplumun dikkatine sundu. Bu dönemde, Taşnak ve Hunchak Ermeni devrimci örgütleri tarafından baskıyı aşmak için ayaklanmalar ve şiddet kullanıldı. Bu gelişme, Osmanlı liderliğinde endişeyi artırdı.
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden (1914) sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu sınırlarında Ruslarla çatışmalar tırmandı. Zaten Sarıkamış’ta (Aralık 1914-Ocak 1915) alınan yenilgi ve Van’ın Rus işgali (Nisan 1915) ile zayıflamış olan Osmanlı yetkilileri, Ermeni nüfusunun Ruslarla işbirliği yapacağından korkuyordu. Bu ortamda Osmanlı hükümeti, özellikle doğu illerindeki Ermeni nüfusunu savaş bölgesinden uzaklaştırmaya karar verdi.
Tehcir Kanunu ve Uygulama
Tehcir Kanunu, 27 Mayıs 1915’te kabul edildi ve 1 Haziran 1915’te yürürlüğe girdi. Kanun, “ordunun güvenliğini tehdit eden” savaş bölgesine yakın bölgelerdeki Ermeni sakinlerinin, evlerinden uzaklaştırılarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun güney kısımlarına (Musul, Halep’in doğusu, Suriye vilayetleri ve Zor bölgesi) taşınmasını öngörüyordu. Kanun, Katolik Ermeniler, Protestan Ermeniler, Osmanlı Ordusu’nda görev yapan Ermeniler ve tüccarlar, bazı yetkililer ve aileleri dışında tüm Ermeni nüfusunu kapsamıyordu.
Tehcir, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da 250 Ermeni aydın ve liderin tutuklanmasıyla ciddi bir şekilde başlatıldı. Ermeni diasporası, bunu iddia ettikleri soykırımın başlangıcı olarak kabul eder. Toplanan ve tutuklananların çoğu Ankara’ya nakledildi ve birçoğu yolda öldü. Ermeniler genellikle Osmanlı askerlerinin silahlı koruması altında yaya olarak Suriye Çölü’ne götürüldü. Ancak yolculuk sırasında açlık ve susuzluk, hastalık, aşırı iklim koşulları ve yerel haydutlar, göçebeler veya bazı yerleşimcilerin saldırıları nedeniyle önemli kayıplar verildi.
Sayılar ve Kayıplar
Ermenilerin tehciri sırasında ölenlerin sayısı konusunda üzerinde anlaşılan ve kabul edilen kesin bir rakam bulunmuyor.
Osmanlı kayıtlarında, Patrikhane sayımlarında iddia edilenden daha yüksek olan Ermeni nüfus bilgileri de bulunuyor.

Sürgünler: Osmanlı arşivlerinde bulunan sürgün sayısı 438 bin 758 idi. 382 bin 148 Ermeni varış noktasına ulaşmıştı. Amerikalılar, Şubat 1916 itibarıyla Suriye’ye giden Ermenilerin sayısının yaklaşık 485 bin –500 bin olduğunu belirtiyor.
Kayıplar: Batılı tarihçiler, 1914’ten 1918’e kadar yarım milyondan fazla Ermeni’nin öldüğünü iddia ediyorlar. Hatta 1.5 milyon rakamını telaffuz edenler de bulunuyor. Ancak kesin bir rakam ortaya koyabilen bir kaynak bulunmuyor.
Hayatta Kalanlar: 817.000 (Edirne) Ermeni mülteci Urartu’dan ayrılıyor ve 95 bin hayatta kalan Ermeni İran’da yaşamaya devam ediyor. 1917’ye gelindiğinde, 284 bin 157 Ermeni bulunuyordu.
Dönüş: 1917’de tehcir durdurulduğunda, 117.000 Ermeni evine döndü. 20 Mart 1919 tarihli bir makalede, “evlerine dönen ve malları kendilerine bırakılan 232.679 Ermeni ve Rum” dan bahsediliyor.
Sürgün ve Ölüm Yürüyüşleri: Kadınlar, çocuklar ve zayıflar uzun yollar boyunca Suriye Çölü’ne sürüldü. Binlercesi açlık, susuzluk, hastalık ve yoldaki saldırılar nedeniyle öldü. Hayatta kalanlar Deyrizor gibi toplama kamplarında tutuldu.
Osmanlı yetkilileri, tehcir sırasında güvenlik ve geçim düzenlemeleri yayınladı. Örneğin, 10 Haziran 1915 tarihli kararname, Ermenilerin güvenliğini ve ihtiyaçlarını korumayı amaçlıyordu. Ancak savaş ortamı ve lojistik sorunlar nedeniyle; bu yeterli değildi.
Ermeni mallarına, “Geçici İstimlak ve Müsadere Kanunu” (13 Eylül 1915) uyarınca el konuldu. Bu, Anadolu’da alınan “Türkleştirme” önlemlerinin bir parçası olarak da yorumlandı.
Tartışmalar ve Farklı Perspektifler
Türk Tezi: Türkiye, zorla sürgünün bir soykırım değil, savaş koşullarında bir güvenlik önlemi olduğunu savunuyor. Ermeni çetelerinin Ruslarla işbirliği yaptığı, Osmanlı ordusuna zarar verdiği ve Müslüman topluma saldırdığı iddia ediliyor. Resmi Türk tezleri, kayıpların büyük ölçüde abartıldığını; savaş, hastalık ve açlıktan ölen Ermenilerin sayısının tahminen 350 bin olduğunu ileri sürüyor.
Ermeni Tezi: Ermeni diasporası ve çoğu Batılı akademisyen bunu soykırım olarak adlandırıyor. Sistematik bir yok etme niyeti olduğunu, neredeyse 1.5 milyon Ermeni’nin öldüğünü ve bunun etnik temizlik olduğunu idida ediyorlar.
Uluslararası Perspektif: Ermeni olayları, Raphael Lemkin tarafından icat edilen “soykırım” kelimesinin temelini oluşturuyor. Olaylar, birçok (ama hepsi değil) akademisyen ve tarihçi tarafından soykırım olarak kabul ediliyor.
Ancak bilindiği kadarıyla Osmanlı arşivlerinde dönemin hükümeti tarafından Ermenilerin katledilmesi yönünde bir yazılı emir bulunmuyor.

Almanların rolü
Friedrich Bronsart von Schellendorff: Dönemin Osmanlı Genelkurmay 2. Başkanı olan Kurmay Albay (daha sonra General) Bronsart von Schellendorff, birçok tarihçi tarafından tehcir kararının planlayıcılarından ve en ateşli savunucularından biri olarak kabul edilir. İttihat ve Terakki lideri Enver Paşa’nın en yakınındaki Alman subaydı. Arşiv belgeleri ve kendi yazıları, Ermenileri Ruslarla iş birliği yapan “iç düşman” olarak gördüğünü ve sürülmelerini askeri bir zorunluluk olarak değerlendirdiğini gösteriyor. Bazı tarihçiler, tehcir emirlerinin lojistik ve askeri planlamasının bizzat onun tarafından yapıldığını veya onaylandığını belirtir. Savaştan sonra yazdığı bir yazıda, Ermenilerin “Yahudiler gibi, kendi vatanları dışında her yerde asalak gibi yaşadıklarını” ve “bütün bir ulus olarak hain” olduklarını iddia ederek ırkçı ve suçlayıcı bir tutum sergiledi.
Colmar von der Goltz: “Goltz Paşa” olarak da bilinen ve Osmanlı ordusunun modernizasyonunda büyük rol oynamış olan Mareşal von der Goltz, tehcir sırasında Mezopotamya’daki Osmanlı ordusunun komutanıydı. Tehcirin bir askeri gereklilik olduğunu savunduğu ve uygulamaları onayladığı yönünde ciddi kanıtlar bulunuyor.
Liman von Sanders: Alman Askeri Islah Heyeti Başkanı olan ve Çanakkale’deki 5. Ordu Komutanlığı ile tanınan Otto Liman von Sanders’in rolü daha muğlaktır. Bazı kaynaklar, Sanders’in kendi komuta bölgesi olan İzmir ve çevresindeki Ermenilerin tehcire tabi tutulmasını, bölgenin ekonomik hayatına vereceği zararı ve askeri olarak gereksiz olduğunu belirterek engellemeye çalıştığını aktarır. Hatta bu konuda Enver ve Talat Paşalarla tartıştığı bilinmektedir. Ancak bu tutumu, katliamların geneline yönelik insani bir karşı çıkıştan çok, kendi komuta bölgesinin istikrarına yönelik pragmatik bir yaklaşım olarak yorumlayan tarihçiler de bulunuyor.