Aynı toprağın uzlaşmaz iki silahlı güzeli

Soğuk Savaş’ın Orta Doğu’yu bir satranç tahtasına çevirdiği, devrimci hareketlerin ve gizli operasyonların günlük hayatın bir parçası haline geldiği 1970’lerin kanlı ve karmaşık sahnesinde, İsrail-Filistin çatışması iki kadının simgesi üzerinden okunabilir: Biri, İsrail’in gölgelerdeki keskin kılıcı Mossad ajanı Sylvia Rafael; diğeri ise Filistin davasının küresel ikonu haline gelen Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) militanı Leila Khaled.

SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT

Tarihin en amansız çatışmaları, sadece ordular ve ideolojiler arasında değil, aynı zamanda o ideolojileri bedenlerinde ve ruhlarında taşıyan insanlar arasında yaşanır. Soğuk Savaş’ın Orta Doğu’yu bir satranç tahtasına çevirdiği, devrimci hareketlerin ve gizli operasyonların günlük hayatın bir parçası haline geldiği 1970’lerin kanlı ve karmaşık sahnesinde, İsrail-Filistin çatışması iki kadının simgesi üzerinden okunabilir: Biri, İsrail’in gölgelerdeki keskin kılıcı Mossad ajanı Sylvia Rafael; diğeri ise Filistin davasının küresel ikonu haline gelen Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) militanı Leila Khaled.

Biri devletinin bekası için gizlice kan döken, diğeri ise halkının kurtuluşu adına eylemlerini dünyaya haykıran bu iki kadın, madalyonun iki zıt yüzü gibi, birbirlerinin varlık nedenini oluşturan trajik bir gerçeğin yansımaları. Güzellikleri, Batı medyasında sıkça şaşkınlıkla ve bir tür egzotizmle vurgulansa da, bu yüzeysel bakış onların siyasi iradelerini ve kararlılıklarını gölgede bırakıyor. 

Yüzyılımızın bu iki kadın yüzünün, ölümle anılan birer figüre evrilmesi ve asla kesişmeyen hayatları, sıradan bir biyografinin ötesinde, iki halkın uzlaşmaz anlatılarını da göstermesi bakımından önemli. 

Aidiyetin İnşası ve Yoksunluğun İsyanı

İki kadını cepheye süren yollar, taban tabana zıttı; biri bir seçimin, diğeri ise bir yoksunluğun ürünüydü.

Sylvia Rafael’in mücadelesi, teorik bir kimlik arayışıyla başladı. Apartheid rejiminin ırksal hiyerarşi üzerine kurulu olduğu Güney Afrika’da, Yahudi bir baba ve Hristiyan bir annenin beyaz tenli kızı olarak karmaşık bir konumdaydı. Bu durum, ona hayatı boyunca taşıyacağı bir uyum sağlama ve gözlem yapma yeteneği kazandırdı. Ancak onun kaderini belirleyen asıl an, gençliğinde şahit olduğu ve ruhunda derin bir yara açan Yahudi karşıtı bir saldırı oldu. 

O saldırı, Sylvia için sadece bir nefret eylemi değil, aynı zamanda kendi kırılganlığının da bir aynasıydı. Rafael, kendini ve içinden çıktığı halkını savunabileceği, kimliğinden dolayı hiçbir zaman utanmak zorunda kalmayacağı bir yer arayışındaydı. Bu arayış onu Siyonizm idealine sürükleyecek ve nihayetinde  1963’te  İsrail’e taşınmasına neden olacaktı.

İsrail’e yerleştiğinde kendini idealist ve zorlu bir hayata adadı. Günleri Sovyet kolhozlarına benzer yönleri olan Kibbutzlarda; tarlalarda çalışarak, geceleri ise ülkenin dört bir yanından gelmiş göçmenlerle ateş başında yapılan hararetli siyasi tartışmalarla geçiyordu.

Kolektif bir ruhla, çölden bir vatan ortaya çıkarmanın somut heyecanını yaşayacaktı Sylvia Rafael. Bütün bu mücadeleler, onun için bir ulusun doğumuna tanıklık etmek ve o doğumun bir parçası olmanın yolunu açacaktı. 

İbranicede “topluluk, meclis” gibi anlamlara gelen Kibbutz, genellikle tarımsal olan ve tüm servetin ortak tutulduğu İsrail kolektif yerleşim yerlerine verilen isimdi ve Slyvia Rafael de, bu yapının bir parçasıydı.  Kibbutzlar ortak mülkiyet temeli üzerine inşa edilmiş, paraya dayalı bir ücretlendirme sisteminin olmadığı, ihtiyaçların kendi içinde karşılandığı kolektif çiftliklerdi.

Kibbutz (İsrail) ve kolhoz (eski Sovyetler Birliği), tarımsal topluluklar olmalarına rağmen, Kibbutzlar gönüllülük esaslı ve özel mülkiyetin neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir komünal yaşam sunarken, kolhozlar devlet kontrolünde, zorunlu katılımla ve kolektif mülkiyet altında çiftçilik yapılan bir sistemdi.

Kibbutzun dikenli tellerinin hemen ötesinde, bu yeni ulusun varlığını tehdit eden bir çatışma vardı. Bu tehdit algısı, onun vatanseverliğini bir militanlık düzeyine taşıdı. Mossad tarafından keşfedildiğinde, bu, Sylvia Rafael için doğal bir adımdı. Devletinin görünmez bir askeri olmak, kibbutzda bulduğu aidiyet duygusunu en üst seviyede yaşamanın bir yoluydu.

Leila Khaled’in mücadelesi ise aidiyetin inşası değil, elinden alınmış bir aidiyetin isyanıydı. 1948’de, henüz dört yaşındayken, ailesiyle birlikte Hayfa’daki evlerinden sürüldüğünde hayatı başladı. Onun ilk anıları, portakal bahçeleri değil, Lübnan’ın Sur kentindeki bir mülteci kampının çamuru, teneke barakaları ve bitmeyen yoksulluğuydu. “Nakba” (Büyük Felaket), onun için tarih kitaplarında okunan bir olay değil, her gün yaşadığı bir gerçekti. Kampta, “geri dönüş hakkı” bir siyasi slogandan öte, kaybedilmiş bir cennete dair kutsal bir yemindi. Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde tıp okurken, kampın öfkesi siyasi bir bilince dönüştü. Üniversite, Arap milliyetçiliğinin ve sol devrimci fikirlerin kalbiydi. Burada, George Habash’ın kurduğu Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin Marksist-Leninist ve ulusal kurtuluşçu ideolojisiyle tanıştı. FHKC, Filistin sorununun ancak silahlı mücadele ve tüm dünyayı sarsacak devrimci eylemlerle çözülebileceğine inanıyordu. Leila için bu, bir seçenek değil, bir zorunluktu. Onun cepheye giden yolu, kişisel bir trajediden doğan, nesiller boyu süren bir adaletsizliğe karşı kolektif bir başkaldırının parçasıydı. Sylvia bir devlete aidiyet için savaşırken, Leila bir devletin yokluğuna ve bu yokluğun yarattığı acıya karşı savaşıyordu.

Görünmezliğin Ölümcüllüğü

Her ikisi de kadın olmalarını ve fiziksel görünümlerini birer stratejik araç olarak kullandı, ancak tamamen zıt felsefelerle.

Sylvia Rafael, görünmezliğin ustasıydı. Mossad’ın onu “Patricia Roxburgh” kimliğine büründürmesi, bir istihbarat dehasıydı. Zengin, yetenekli, bağımsız ve çekici bir Kanadalı fotoğrafçı… Bu kimlik, onun en ölümcül silahıydı çünkü onu tamamen zararsız gösteriyordu. Paris’in lüks kafelerinde, Beyrut’un beş yıldızlı otellerinde Arap diplomatlar ve iş insanlarıyla sohbet ederken, kimse bu güler yüzlü kadının, fotoğraf makinesinin çantasında taşıdığı not defterine aslında karakter analizleri ve potansiyel zayıflıklar yazdığından şüphelenmiyordu. Güzelliği ve zarafeti, hedeflerinin gardını indiren bir maymuncuktu. Onun şiddeti kişisel değildi; soğuk, hesaplanmış ve cerrahiydi. Eylemleri, devletinin inkâr edebileceği, arkasında delil bırakmayan, gölgelerde gerçekleştirilen operasyonlardı. Sylvia’nın amacı fark edilmemek, operasyon bittiğinde ise hiç var olmamış gibi ortadan kaybolmaktı.

Rafael, Avrupa kokteyl çevrelerinde, ince ince antisemitik vurgular yaparak, Filistin yanlısı çevrelere sızmayı başardı. Ürdün Kralı Hüseyin’in çocuklarına dadılık bile yapacaktı. Bu dadılık sürecinin  tam da FKÖ’nün ülkeyi ele geçirmeye çalıştığı 1970 Eylül’ünde. gerçekleşmesi dikkat çekiciydi. O ay 50.000 Filistinli Ürdün güçleri tarafından öldürüldü ve FKÖ Lübnan’a kaçmak zorunda kaldı. Sylvia, Arafat ile tanıştı ve FKÖ’ye sızdı.

Leila Khaled ise görünürlüğün sembolüydü. Onun silahı, gizlilik değil, cüretkâr bir meydan okumaydı. 29 Ağustos 1969’da TWA 840 sefer sayılı uçağı kaçırdığında, eylemin kendisi kadar, eylemin yarattığı imaj da önemliydi. Uçağın burnunu Şam’a çevirirken, pilottan kayıp vatanı Hayfa’nın üzerinden alçak uçuş yapmasını istemesi, eylemine kattığı kişisel ve şiirsel bir damgaydı. Uçak indikten sonra fotoğrafçı Kameel Hawa tarafından çekilen, başında kefiyesi, elinde kalaşnikofu ve yüzüğüne sardığı el bombası pimiyle gülümsediği o fotoğraf, bir gecede tüm dünyada Filistin direnişinin yüzü oldu.  Bu fotoğraf, Batı’nın “terörist” yaftasına karşı, davasına inanmış bir devrimcinin romantik ve kararlı imajını sunuyordu. Leila, medyanın gücünü bir silah olarak kullanıyordu. Eylemleri, dünyanın dikkatini Filistin sorununa çekmek için tasarlanmış birer tiyatral performanstı. Kimliği deşifre olduktan sonra, davaya hizmet etmeye devam edebilmek için altı kez estetik ameliyat olarak yüzünü değiştirmesi, onun için imajın bile feda edilebilir bir araç olduğunu gösteriyordu. Sylvia kimliğini gizleyerek hayatta kalırken, Leila kimliğini ortaya koyarak davasını yaşatıyordu.

Hatanın Bedeli ve İkonun Zaferi

İki kadının kariyerlerinin dönüm noktaları ve arkalarında bıraktıkları miraslar da bu zıtlığı perçinler.

Sylvia Rafael’in parlak ama gizli kariyeri, tek bir hata ile kamuoyunun önünde trajik bir şekilde son buldu. 1972 Münih katliamının ardından başlatılan “Tanrı’nın Gazabı Operasyonu” kapsamında, hedefteki Ali Hasan Salameh yerine Lillehammer’da masum Ahmed Bouchiki’nin öldürülmesi, sadece bir operasyonel fiyasko değil, aynı zamanda Mossad’ın ahlaki üstünlük iddiasına da indirilen ağır bir darbeydi. Bu hata, Sylvia’yı ve Mossad’ı gölgelerden çıkarıp dünyanın acımasız spot ışıklarının altına itti. Norveç’teki mahkeme süreci, onun için bir hesaplaşmaydı. Rafael, sadık bir İsrail askeri olarak devletinin sırlarını ifşa etmeyi reddetti, ancak hapishanede geçirdiği 15 ay, ruhunda derin izler bırakacaktı. Onu savunan avukatıyla evlenmesi, belki de “Patricia” ve “Sylvia” kimliklerinin ardındaki gerçek insanın bir nebze olsun normalliğe ve insanı bir bağa duyduğu özlemin bir yansımasıydı.

Leila Khaled’in mirası ise yaşayan bir ikondur. 1970’teki Dawson’s Field hava korsanlığı sırasında yakalanıp kısa bir süre sonra esir takasıyla serbest bırakılması, onun efsanesini daha da büyüttü. Batı için adı “terör” ile eş anlamlı hale gelirken, milyonlarca Filistinli ve dünya genelindeki destekçileri için o, boyun eğmeyen direnişin ve umudun sembolü oldu. Kariyeri bir hata ile bitmedi; aksine, silahlı mücadeleden siyasi arenaya evrildi. Filistin Ulusal Konseyi’nin bir üyesi olarak, davasını diplomatik platformlarda savunmaya devam etti 

O, bir hata ile değil, ikonik bir fotoğraf ve yarım asırdır süren sarsılmaz bir kararlılıkla hatırlanır. Onun mirası, bir eylemin sonuçlarından çok, o eylemin yarattığı sembolün gücüyle ölçülür.

Aynı Toprağın Uzlaşmaz Kaderleri

Sylvia Rafael ve Leila Khaled, aynı coğrafyanın ve aynı çatışmanın doğurduğu, birbirine değmeden birbirinin kaderini etkileyen iki kadındır. Biri, var olan düzenin ve inşa edilmiş bir vatanın bekçisi; diğeri ise bu düzeni yıkmayı ve kayıp bir vatanı yeniden kurmayı hedefleyen bir devrimciydi. Biri, devletinin sessiz ve ölümcül silahı olmayı seçerken, diğeri halkının gür sesi ve isyan sembolü olmayı tercih etti.

Onlar, erkek egemen savaş ve istihbarat dünyasında, kendi kurallarıyla yer alan, ellerine kan bulaştırmaktan çekinmeyen iki “güzel” savaşçıydılar. Hikayeleri, sadece kişisel trajediler ve zaferler değil, aynı zamanda İsrail ve Filistin’in birbiriyle asla barışamayan, birbirini yok sayarak var olmaya çalışan iki ayrı hakikat anlatısının da özeti. 

Sylvia Rafael, 2005 yılında kanserden öldüğünde İsrail’de bir kahraman olarak gömüldü. Rafael’in hikayesi çelişkilerle doluydu. Hristiyan ve Yahudi. İsrailli ve Güney Afrikalı. Öğretmen ve ajan. Sanatçı ve savaşçı. Aşık ve yalnız. Mezar taşında “Ruhumu toprağa gömdüm” yazacaktı. 

 Leila Khaled ise bugün hâlâ hayatta, davasının yaşayan bir anıtı olarak mücadelesine devam etmektedir. Biri gölgelerde yaşadı ve bir hata ile anıldı; diğeri spot ışıklarının altında savaştı ve bir ikon olarak yaşamaya devam ediyor. Ama nihayetinde her ikisi de, aynı cephenin farklı siperlerinde, aynı toprağın uzlaşmaz ve kanlı kaderini omuzlayan iki kadındı. 

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.