Acının parlayan izleri: Stolpersteine

Bir avuç umut kadar küçük bir pirinç levha. Diz çöküp kazınmış yazıyı okumak istedim. Benim gibi Almanca cahili biri bile anlayabilecek basitlikteydi: “Burada Clara Fanny Rosenthal yaşadı, 1863’te doğdu, aşağılandı, hakları elinden alındı, sürgün edildi ve öldü. “

FERHAT DAVUT

Almanya’ya geldiğim ilk dönemde göremediğim için kendimi asla affetmeyeceğim. Açıkçası, cebimden düşen araba anahtarı almak için eğildiğimde fark ettim.

Berlin’de gri bir sonbahar sabahıydı.

Yağmur kaldırım taşlarını pırıl pırıl yıkamış ve aralarında altın renginde bir şey parlıyordu.

Bir avuç umut kadar küçük bir pirinç levha. Diz çöküp kazınmış yazıyı okumak istedim. Benim gibi Almanca cahili biri bile anlayabilecek basitlikteydi: “Burada Clara Fanny Rosenthal yaşadı, 1863’te doğdu, aşağılandı, hakları elinden alındı, sürgün edildi ve öldü. “

Harfler, akıl almaz bir hikâyenin sessiz tanıkları gibi soluk sabah ışığında parıldıyordu.

Clara Fanny Rosenthal

Clara’nın hayatını merak ettim elbette.

Yaşamı ve ölümünü…

Yaşadığı dayanılmaz acılara karşı bir gün pes edip kendi canına kıydığını öğrenince benim canım yanıyor.

Hikayesi Şöyle:

Avrupa’nın neredeyse her tarafında 75 binden fazla bulunan bu “Tökezleme Taşları”ndan birinin kahramanı olana Clara Rosenthal (kızlık soyadı Ellstätter), 9 Nisan 1863’te Karlsruhe’de doğdu. Yahudi bir ailenin çocuğu olan Clara, babası Jakob Julius Ellstätter ve annesi Clementine Herz’den derin bir kültürel ve manevi miras aldı. 1885 yılında Heidelberg’de hukukçu Eduard Rosenthal ile evlendi ve çift, 1892’de Jena’da kendi inşa ettirdikleri görkemli villalarına taşındı. Clara, yalnızca zarafetiyle değil, aynı zamanda sanata olan tutkusu ve topluma olan katkılarıyla da tanındı. 20. yüzyılın başlarında Jena’nın en güzel ve etkileyici kadını olarak anılan Clara, sanatı destekleme çabalarıyla toplumda önemli bir yer edindi.

Clara ve Eduard Rosenthal, Jena’nın kültürel yaşamına derin izler bıraktı. Clara, Weimar ve Jena Sanat Dostları Derneği’nin danışma kurulunda görev alarak, Ludwig von Hofmann, Hans Thoma ve Christian Rohlfs gibi sanatçıların eserlerini koleksiyonlarına kattı. Ancak, çiftin mutluluğu uzun sürmedi. Tek oğulları Curt, I. Dünya Savaşı’nın ilk çatışmalarından birinde hayatını kaybetti. 1926 yılında Eduard Rosenthal da vefat etti ve Clara yalnız kaldı. Maddi zorluklar nedeniyle 1928’de villalarını Jena şehrine devretti ancak ölene kadar burada yaşama hakkını korudu.

1933’te Nazi rejiminin yükselişiyle birlikte Clara, antisemitik baskılarla karşı karşıya kaldı. Sanat etkinliklerine katılması yasaklandı, telefon ve gramofonu elinden alındı ve zorla “Sara” ismini kullanmaya mecbur bırakıldı. Baskı ve ayrımcılık Clara’nın sağlığını ciddi şekilde etkiledi; 1936-1937 yıllarında Jena Psikiyatri Kliniği’ne yatırıldı ve burada bir beyin kanaması geçirdi. Nazi rejiminin artan zulmü, Clara’nın yaşamını daha da zorlaştırdı. 1939 yılında mal varlığı üzerindeki kontrolü kaybetti ve tehdit altındaki varlığına rağmen villasında yaşamaya devam etti.

Sonunda, 11 Kasım 1941’de Clara Rosenthal, Nazi rejiminin eline düşmemek için Veronal ile yaşamına son verdi. Ardında yazdığı bir veda mektubu bulunamasa da bu trajik kararının arkasında derin bir çaresizlik ve zulüm vardı. Bugün Clara Rosenthal’ın adı, eşiyle birlikte Jena’daki Villa Rosenthal’da yaşatılmaktadır. Villa, kültürel etkinlikler için bir merkez olmanın yanı sıra, Rosenthal ailesinin hatırasını koruyan bir müze ve burs programına ev sahipliği yapmaktadır. Clara’nın hayatı, hem sanat ve kültüre olan bağlılığı hem de insanlık tarihindeki karanlık bir dönemin tanıklığı olarak unutulmaz bir iz bırakmıştır.

Evet İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında hasta ruhlu faşizmin sebep olduğu milyonlarca acıdan sadece biri Clara’nın hayat hikayesi…

Peki Tökezleme Taşları’nın hikayesi nedir?

Fikir sanatçı Gunter Demnig’tan çıkıyor. Sanatçı Stolpersteine (Tökezleme Taşları) olarak tanımladığı bir tür sanat ve tarihe sayfı projesi tasarlıyor. Bu sebeple denk geldiğim bu taşlar, sokak zeminindeki sıradan metal plakalardan çok daha fazlası. Onlar unutuşun karanlığında parlayan anıtlar, zamanın akışında hatıraların küçük ışıkları. “Bir insan, ancak adı unutulduğunda gerçekten ölmüş olur” diyor Demnig ve sesinde, unutmaya karşı savaşan bir adamın derin inancı titreşiyor.

Taşlar, her sabah Auguststrasse’deki küçük fırınını açan Sarah Goldstein’ın camları kırılana kadar süren hikâyesini anlatıyor. Evinden sürüklenene kadar müziği susmayan kemancı David Friedmann’ın ve hiç büyüyemeyen küçük Ruth’un hikâyelerini… Pirinç üzerine kazınmış isimleri, tarihin parmak izleri gibi bize şunu hatırlatıyor: Burada insanlar yaşadı. Onlar bizim komşularımızdı.

Gunter Demnig, Tökezleme Taşları’nı yerleştirirken…

“İlk taşı yerleştirdiğimde,” diye hatırlıyor Demnig, “sanki on yıllar sonra nihayet teslim edilen kayıp bir mektup gibiydi.” Bu taşların binlercesini yapan elleri hem bir heykeltıraşın hem de bir hikâye anlatıcısının elleri. Yerleştirme sırasındaki her çekiç darbesi, sessizliğe karşı bir kalp atışı gibi.

Avrupa sokaklarında Stolpersteine’ler bir hatıra ağı, anmanın altın bir takımyıldızı oluşturuyor. Bizi duraklamaya, eğilmeye, yani tökezlemeye mecbur bıraktırıyor ve isimleri okumaya zorluyor. Bu eğilme anında sessiz bir vakar, burada kayıtlı kaderlere karşı bir alçakgönüllülük jesti yatıyor.

Yaşlı bir hanım taşlardan birinin önünde duruyor, parlak yüzeye dokunurken eli titriyor. “Bu benim halamdı” diye fısıldıyor ve gözlerinde pirincin parıltısı yansıyor. Geçmiş birden mevcut, bu küçük metal karede elle tutulur hale geliyor.

Stolpersteine’ler zamanlar arasında, insanlar arasında köprüler. Tarihin sessizliğini, salt varoluşlarının sessiz ısrarıyla kırıyorlar. Şehirlerimizin sokaklarında bir uyarı mozaiği, bir anma, yok edilmek istenenlerin silinmez varlığını oluşturuyorlar.

Akşam güneşi taşları yaladığında, isimler kaldırımda küçük alevler gibi parlıyor. Bize her insanın bir hikâyesi olduğunu, her hayatın değerli olduğunu, kimsenin unutulmaması gerektiğini hatırlatıyorlar. Stolpersteine’ler anıtlardan daha fazlas, tarihin karanlığında insanlığın ışık noktaları.

Bir hayatta kalanın sözlerinde şöyle yankılanıyor: “Bu taşlar, bize yol gösteren yerdeki yıldızlar gibi; geriye değil, hatıralardan öğrenen bir geleceğe doğru.” Ve böylece tökezlemeye devam ediyoruz, gün be gün, insanlığın bu küçük anıtlarında, şehirlerimizin griliğindeki bu altın işaretlerde, hatıraların bu parlayan izlerinde!

Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.