Sabri Uçar Çalışkan
İnsan, yaşamın anlamını sorgulamaya başladığı ilk günden itibaren ölümün karanlık perdesini aralamaya çalışmıştır. Ölüm, bir son mudur, yoksa başka bir başlangıç mı? Bu soru, hem biyolojinin soğukkanlı gerçekleriyle hem de felsefenin sınırsız hayal gücüyle tartışılmıştır. Ancak her cevap, bir başka soruyu doğurur; çünkü insan aklı, cevaplardan çok sorulara yatkındır.
Biyolojik açıdan ölüm, canlı bir organizmanın işlevlerini sürdüremediği, metabolik süreçlerin geri dönüşsüz şekilde sona erdiği andır. Hücreler, oksijen ve enerji transferini kaybettiğinde, vücudun karmaşık düzeni çözülmeye başlar. Ölüm, yalnızca bir organın değil, tüm bir sistemin çöküşüdür. Beyin, oksijen yoksunluğuna en hassas olan organdır ve sadece birkaç dakika içinde işlevini yitirir.
Ancak ölüm, biyolojinin sınırlarında bir “boşluk” değildir; o, aslında bir dönüşüm sürecidir. Ölü bir beden, yaşayan organizmalar için yeni bir yaşam kaynağıdır. Toprağa karışan bir beden, başka canlılar için besin döngüsüne katılır. Öyleyse ölüm, yok oluş değil, evrenin döngüsel düzeninde bir yeniden oluş sürecidir.
Ölümün biyolojik bir gerçeklik olması, onun anlamını kesinleştirmez. İnsan, doğası gereği, bir sonu veya başlangıcı yalnızca fiziksel bir durum olarak kabul etmekle yetinemez. Çünkü insan zihni, anlam arayışıyla evrimleşmiştir. Felsefi açıdan ölüm, varlığın sınırıdır. Bu sınır, insanın düşünce dünyasında iki uç arasında gidip gelir: Hiçlik ve sonsuzluk.
Hiçlik, ölümün bir yok oluş olduğu fikrini temsil eder. İnsan, bir gün kendi bilincinin tamamen kaybolacağını bilerek yaşar. Bu düşünce, varlığımızı hem korkutucu hem de anlamlı kılar. Çünkü bu sonluluk, her anı değerli yapar. Öte yandan, sonsuzluk fikri, ölümün bir dönüşüm, bir geçiş kapısı olduğunu savunur. İnsanlar, ölümden sonra bir şeylerin devam edeceği inancını yaratmışlardır; çünkü bilinmeyenle yüzleşmek, zihnin doğmasına neden olduğu doğmalardan kaçarak mümkün değildir.
İnsanın ölümle ilgili geliştirdiği dogmalar, korkusunu ve anlam arayışını biçimlendirmiştir. Öteki dünya, cennet, cehennem, reenkarnasyon… Tüm bu kavramlar, insanın ölümle baş etme mekanizmalarıdır. Ancak bu dogmalar, ölümün özündeki belirsizliği kabul etmekten çok, onun üzerine bir anlam inşa etme çabasıdır.
Biyoloji, bu dogmalara karşı sessizdir. Ölüm, doğanın bir gerçeğidir ve bu gerçek, ne bir ödül ne de bir cezadır. İnsan aklı, dogmaların ötesine geçtiğinde, ölümün sade bir biyolojik gerçeklik olduğunu kabul edebilir mi? Belki de en büyük felsefi özgürlük, ölümü olduğu gibi görmektir: Yaşamın doğal bir parçası, evrensel bir döngünün kaçınılmaz bir aşaması.
Ölümün en büyük bilmecesi, bilinçle ilişkisidir. Beyin öldüğünde, düşünce de sona erer mi? Bilinç, yalnızca biyolojik bir yan ürün mü, yoksa fiziksel bedeni aşan bir enerji formu mu? Biyoloji, bilinç ile ölümü aynı denkleme koyamaz; çünkü bilincin doğası hala bir sırdır. Felsefe ise bu soruya her zaman açık uçlu cevaplar sunar: Ölüm, bilincin yok olduğu bir sınır olabilir ya da bilincin evrildiği bir aşama.
Ölüm, insan için bir son değil, bir soru işaretidir. Biyoloji, bu soruya maddi bir çerçeve çizerken, felsefe, bu çerçeveyi anlamlarla doldurur. Ancak belki de ölümün en büyük sırrı, onun sessizliğinde yatar. Ölüm, kendisi hakkında hiçbir şey söylemez. O, yalnızca olur.
Ve belki de ölümle ilgili en doğru yaklaşım, onun hakkında konuşmayı bırakıp yaşamın içinde derinleşmektir. Çünkü ölüm, yaşamın bir zıttı değil; onun tamamlayıcısıdır.