Sabri Uçar Çalışkan
Dünyanın en büyük mafyasını arıyorsanız, sokak aralarına değil, devletlerin görkemli binalarına bakın. O binaların her bir taşında, yoksul bir halkın sırtından sökülüp alınan emeğin izi vardır. Devletler, sadece organize suçun kurumsallaşmış halidir; ancak fark şudur ki, onların suçlarını sorgulayamazsınız, çünkü onlar kanunları yazan eldir. Kanun dediğiniz şey ise adaletin ete kemiğe bürünmüş hali değil, gücün kurduğu sahte bir maskeden başka bir şey değildir.
Bu düzenin asıl çarkı, paranın rengine boyanmış bir adalettir. Kapitalist dünyanın temel ilkesi, sermayenin kutsallığıdır. Kanunlar, servetin güvenliği için yazılmıştır; yoksulun varlığı, zenginin çıkarına hizmet ettiği sürece önemlidir. “Hukuk” dedikleri bu kutsal kelime, aslında gücün en büyük oyuncağıdır. Adalet bir teraziyse, o teraziye çıkan ağırlığın miktarını paranın gücü belirler.
Bir mafya, kendi kurallarını koyar, sadakat ister, tehdit eder ve gücünü korkudan alır. Peki, bir devletin farkı nedir? Vergiler zorla alınır, aksi halde mülkünüz elinizden alınır veya hapsedilirsiniz. Bu modern haraç sistemi, mafyanın açık zorbalığından daha sofistike görünse de özde aynıdır. Kanunlar ve yasalar, bu hırsızlığı meşrulaştıran araçlardan ibarettir.
Mafya bir semti kontrol eder; devlet bir ulusu. Mafya insanları korur görünür; devlet de öyle. Ancak devletlerin koruduğu, halk değil, sermayedir. Küçük suçlular hapsedilirken büyük suçlular saraylarda yaşar. Bir marketten ekmek çalan bir çocuk yıllarca hapis yatarken, milyar dolarlık yolsuzluk yapan bir bürokrat, birkaç törensel cümleyle serbest bırakılır. Çünkü bu sistem, güçsüzlerin değil, güçlülerin adaletidir.
Kapitalizm, bu sistemin perde arkasındaki ana oyuncudur. Yoksulun emeğini çalan, doğayı yok eden, insanları modern kölelik zincirlerine mahkûm eden bu düzen, “özgürlük” ve “girişimcilik” gibi parıltılı kavramlarla süslenmiştir. Oysa gerçek şu ki, bu düzen içinde “özgür” olan yalnızca sermayedir. Zenginler her daim daha da zenginleşir; yoksullar ise hayatta kalmanın yollarını ararken insanlıklarını kaybeder.
Bu tiyatronun sahnesinde, piyonlar olarak ezilen halklar yer alır. Piyonlar, satranç tahtasında yalnızca ileriye doğru hareket edebilir; ancak onların hamlelerini kontrol eden eller asla kendi elleri değildir. Sermaye sahipleri, bankalar, uluslararası şirketler ve devletler bu tahtanın gerçek oyuncularıdır. Ve unutulmamalıdır ki, piyonların nihai kaderi, güçlü figürleri korumak uğruna feda edilmektir.
Ne yapabilir bir halk, karşısında bu denli örgütlü bir gücü bulduğunda? Ellerinde silah yoktur; çünkü silahların tekeli de devlete aittir. Ellerinde sermaye yoktur; çünkü o sermaye, zaten zenginlerin ceplerinde toplanmıştır. Yalnızca kelimeler kalır geriye, ama kelimelerin de gücü sınırlıdır. Medyayı kontrol eden devlet ve sermaye, bu kelimeleri boğar; halkın sesi, fısıltıya dönüşür.
Ancak bu sessizlik, korkunun değil, umudun kanıtıdır. Çünkü en karanlık geceler bile bir sabaha gebedir. Ezilen toplumların gücü, dayanışmada ve dirençtedir. Devletlerin mafyatik çarklarını kıracak olan, bireylerin kendi gücünü fark etmesidir. Ancak bu farkındalık, kapitalist dünyada bilinçli olarak köreltilir. Eğitim sistemleri, medya ve kültürel endüstriler, insanlara itaat etmeyi öğretir.
Bu düzenin değişmesi için önce bir uyanış gereklidir. Bu uyanış, bireylerin sadece haklarını değil, sorumluluklarını da hatırlamasıyla mümkün olur. Devletlerin suç makinesi gibi işlediğini bilmek yetmez; bu düzenin nasıl sürdüğünü anlamak ve buna karşı alternatif bir sistem geliştirmek gerekir. Ancak ne yazık ki, mevcut dünya düzeninde bireylerin gücü, hala bir damla sudan ibarettir; oysa okyanuslar damlalardan oluşur.
Dünyanın en büyük mafyası olan devletleri yargılayacak bir mahkeme yoktur. Ancak bu gerçek, hiçbir zaman adalet arayışını bırakmamız gerektiği anlamına gelir. Çünkü adalet, bir sonuç değil, bir mücadeledir. Ve bu mücadelede, her birey bir piyon olmayı reddedene kadar, satranç tahtası aynı kalacaktır.