İznik’in kayıp fısıltısı

İznik’in ardından imparatorlukta bir cadı avı başladı. Arius’un kitapları, özellikle de o meşhur Thalia, meydanlarda yakıldı. Bu, Hristiyanların daha bir nesil önce kendi kutsal metinlerini Romalılardan nasıl sakladıklarını unutarak, şimdi birbirlerinin kitaplarını ateşe atmalarının trajik ironisiydi. Biz bugün Arius’u, sadece onu yenen düşmanlarının yazılarından, onların alaycı alıntılarından tanıyoruz.

SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT

Milattan sonra 4. yüzyılın başları… Roma İmparatorluğu, Hristiyan kanıyla sulanan arenaların dehşetinden yeni çıkmış, huzursuz bir nefes alıyordu. İmparator I. Konstantin, gökyüzünde gördüğünü iddia ettiği bir haç sembolüyle iktidarını perçinlemiş, bir zamanlar yeraltında gizlenen din, artık güneşin altında, sarayın himayesindeydi. Ama bu, aldatıcı bir bahar sabahıydı. Yüzeyin altındaki ruhani fay hatları, büyük bir depremin habercisi gibi tehlikeli bir şekilde gıcırdıyordu. Bu, sadece bir teoloji savaşı değildi; bu, Tanrı’yı bilmenin iki kadim yolunun amansız mücadelesiydi. Bir yanda, Mısır’ın mistik ruhunu taşıyan İskenderiye vardı; burada Tanrı, Platon’un idealar dünyasından süzülen, akılla değil, ruhsal bir vecd (gnosis) ile hissedilen bir sırdı. Diğer yanda ise Suriye’nin mantık kalesi Antakya; burada Tanrı, Aristoteles’in keskin mantığıyla anlaşılması, tanımlanması ve kategorize edilmesi gereken bir gerçeklikti. Biri Tanrı’ya şiirle, diğeri ise denklemlerle yaklaşıyordu. Bu iki dünyanın çarpışması kaçınılmazdı. Ve bu çarpışmanın adı olacak adam, henüz gölgelerdeydi.

Libyalı vaiz: Bir peygamberin aklı, bir asinin cesareti

Sahneye, imparatorluğun entelektüel kalbi İskenderiye’de çıkan Libya doğumlu o vaiz, Arius girer. Onu sadece bir din adamı olarak görmek, bir şelaleyi sadece akan sudan ibaret sanmak olur. Arius, bir fikrin vücut bulmuş haliydi. Çileci yaşamı, zayıf bedeni ve hipnotize edici hitabetiyle kitleleri etkilerken, zihninde Antakya’daki efsanevi öğretmeni, Şehit Lukianos’un mirasını taşıyordu. Lukianos, Roma tarafından şehit edilmiş bir alimdi ve okulu, imparatorluk tarafından her zaman şüpheyle bakılan bir yer olmuştu. Öğrencilerine Tanrı’nın mutlak birliğini ve mantığın kutsallığını öğretmişti. Bu okuldan mezun olan “Lukianosçular”, imparatorluğun kilit noktalarına dağılmış, birbirini kollayan, kader anı geldiğinde birlikte hareket edecek entelektüel bir kardeşlik ağı oluşturmuştu. Arius, bu ağın en parlak ve en cüretkâr halkasıydı.

Onun tezi, bir kelebeğin kanat çırpışı gibi masum görünüyor, ama bir fırtınayı başlatıyordu. 

Tanrı’nın Dokunulmaz Tekliği (Monos Agennetos): Arius için her şey burada başlıyordu. Tanrı, tanımı gereği, “Doğurulmamış Olan”dı. O, varlığının sebebi olmayandı. Ezeli, ebedi, değişmez ve bölünmezdi. Bu, onun için pazarlık edilemez tek hakikatti. İşte ilk fısıltı burada başlayacaktı. Arius, kendini bir sapkın olarak değil, paganizmin çok tanrılı kalıntılarına karşı savaşan son gerçek tek tanrıcı olarak görüyordu. Rakiplerinin “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” üçlemesi, ona göre Tanrı’yı üçe bölmekle eşdeğerdi ve bu, mantığa ve imana en büyük ihanetti.

Oğul’un Yaratılışı (Ex Ouk Onton): Eğer Tanrı bölünemezse, Oğul O’nun özünden bir parça koparak var olamazdı. Öyleyse tek bir seçenek kalıyordu: Oğul, Baba tarafından “hiç yoktan” (ex ouk onton) yaratılmıştı. Bu, Oğul’un bir başlangıcı olduğu anlamına geliyordu. Ve Arius’un o meşhur, imparatorluğu sarsan sloganı buradan doğdu. 

“Onun olmadığı bir zaman vardı.” 

Bu cümle, Hristiyanlığın temellerine yerleştirilmiş bir dinamitti. Oğul, ezeli değildi. O, zamanın kendisinden önce yaratılmış olsa bile, bir yaratıktı.

Ahlaki Yükselişle Gelen Tanrısallık: Peki, İsa nasıl Tanrı olmuştu? Arius’a göre onun tanrısallığı, doğuştan gelen bir hak değil, kazanılmış bir statüydü. Bir yaratık olduğu için özünde “değişken” bir iradeye sahipti; yani günah işlemeyi seçebilirdi. Ancak o, kusursuz bir ahlaki iradeyle her zaman “Baba”ya itaat etmeyi seçti. Bu sonsuz itaati sayesinde, Tanrı onu evlat edindi ve ona “Tanrısallık” unvanını bir lütuf olarak bahşetti. Bu, Hristiyanlığı felsefi bir soyutlamadan çıkarıp ahlaki bir drama dönüştürüyordu. İsa, ulaşılamaz bir Tanrı değil, takip edilebilecek nihai bir rol modeldi.

Bu fikirleri yaymak için kaleme aldığı Thalia (Şölen), antik dünyanın viral içeriğiydi. Rakipleri bu eseri, “ayyaşların ve ahlaksızların ağzında sakız olan bayağı mısralar” olarak tanımlasa da, etkisi inkâr edilemezdi. Thalia’nın ritmik mısraları, İskenderiye limanındaki bir denizcinin dilinden Efes’teki bir tüccarın kulağına, oradan da Roma’daki bir senatörün merakına ulaşıyordu. Arius’un başlattığı yangın, artık kontrol edilemez bir boyuttaydı.

İmparator Konstantin, bu yangını söndürmek için değil, kontrol altına alıp kendi gücünün ocağında kullanmak için İznik’i seçti. Göl kenarındaki bu şirin kent, bir anda dünyanın en önemli yerine dönüştü. Ancak İznik Konsili, dışarıdan görüldüğü gibi, ruhani liderlerin ilhamla dolu bir arayışı mıydı? Yoksa kayıp fısıltılar bize başka bir hikâye mi anlatıyor?

İmparatorun Gerçek Tanrısı

Konstantin’in Hristiyanlığı samimi değildi; stratejikti. Onun asıl inancı, Roma’nın yenilmez gücünü simgeleyen Güneş Tanrısı Sol Invictus’tu. Hristiyanlığın “Oğul”u, onun için Güneş’in ilahi bir yansıması, gücünü yeryüzündeki temsilcisi olan imparatora aktaran bir aracıydı. Bu Oğul’un, sıradan bir yaratık olması kabul edilemezdi. İmparatorun otoritesinin tanrısal olması için, dayandığı Oğul’un da mutlak Tanrı olması gerekiyordu. İznik, teolojik bir sorunu çözmek için değil, imparatorun tanrısal meşruiyetini tesis etmek için toplanmıştı.

Lüks İçinde Kurulan Tuzak

İmparator, piskoposları İznik’e devletin tüm imkânlarıyla getirdi. Onları lüks villalarda ağırladı, şölenler düzenledi. Bu bir cömertlik miydi, yoksa bir sindirme politikası mı? Yıllarca mağaralarda saklanmış, işkenceden geçmiş bu adamlar, kendilerini bir anda imparatorun “altın kafesi” içinde buldular. Özgürce tartışabilirler miydi? Yoksa imparatorun arzusuna karşı çıkmanın bedelinin sürgün ve ölüm olduğunu biliyorlar mıydı? Myralı Nikola’nın Arius’a attığı iddia edilen o meşhur tokat, aslında bu birikmiş öfkenin ve bastırılmış korkunun bir patlaması değil miydi?

Kirli Geçmişe Sahip Sihirli Kelime 

Tartışmalar kilitlendiğinde, sahneye o “sihirli” kelime sürüldü: Homoousios (aynı özden). Bu kelimeyi imparatorun kulağına fısıldayanın, onun İspanyol danışmanı Hosius olduğu söylenir. Peki ama neden bu kelime? Sadece Kutsal Kitap’ta geçmemekle kalmıyor, bir nesil önce, bir başka “sapkın” olan Samsatlı Pavlus’u mahkûm etmek için toplanan bir konsil tarafından reddedilmişti! Yani “doğru inancı” savunanlar, daha önce “sapkın” buldukları bir kelimeyi kullanıyorlardı. Bu, akıl almaz bir çelişkiydi. Fısıltılar, bunun sebebinin teolojik değil, hukuki olduğunu söyler. Homoousios, Arius’un tüm mantıksal kaçış yollarını kapatan, onu hukuken ve felsefi olarak köşeye sıkıştıran tek kelimeydi. O bir inanç terimi değil, teolojik bir giyotindi. Sonuçta, korku ve siyaset, felsefeye galip geldi. Konsil, Arius’u ve fikirlerini lanetleyen İznik Amentüsü’nü kabul etti. İmparator, istediği birliği elde etmişti. Ama bu, kanla ve zorbalıkla imzalanmış bir ateşkes anlaşmasından farksızdı. Ve herkes biliyordu ki, ateşkesler bozulmak için vardı.

Yakılan kitaplar, susturulan sesler

İznik’in ardından imparatorlukta bir cadı avı başladı. Arius’un kitapları, özellikle de o meşhur Thalia, meydanlarda yakıldı. Bu, Hristiyanların daha bir nesil önce kendi kutsal metinlerini Romalılardan nasıl sakladıklarını unutarak, şimdi birbirlerinin kitaplarını ateşe atmalarının trajik ironisiydi. İşte bir başka kayıp fısıltı: Biz bugün Arius’u, sadece onu yenen düşmanlarının yazılarından, onların alaycı alıntılarından tanıyoruz. Kendi sesi, kendi savunması, kendi eserleri sistematik olarak yok edildi. 

Tarih, bir kez daha galipler tarafından yazılıyordu. Susturulan sadece Arius değildi; alternatif bir Hristiyanlık yorumu, tarihten tamamen silinmeye çalışılıyordu.

Bu dönem, “Arian Krizi” veya “Arian İç Savaşı” olarak anılacaktı. İznik’in savunucusu Athanasius, hayatı boyunca beş kez sürgüne gönderildi; çölde münzevilerin arasında, mezarlıklarda saklanarak imparatorlara karşı ateşli risaleler yazdı. Ariusçu piskoposlar, sarayda güç kazandıklarında kendi konsillerini topladılar, kendi amentülerini yazdılar. İmparatorluk, on yıllarca bir teolojik iç savaşla sarsıldı. İznik, barışı getirmemiş, sadece savaşın adını koymuştu.

Bir ölümün anatomisi: Mucize mi, cinayet mi?

Ve sonra o gün geldi. Yıllar sonra, siyasi entrikalar sonucu affedilen yaşlı Arius, zaferini ilan etmek için Konstantinopolis sokaklarında yürüyordu. Bu, onun onurunun iade edileceği, İznik’in kararının fiilen yok sayılacağı gündü. Ama tarih, onun için başka bir son yazmıştı. O ani sancı, o umumi tuvalete koşuş ve o korkunç son…

Bu ölüm, tarihin en mükemmel propaganda malzemesi oldu. Resmi Tutanak (Athanasius’un Anlatımı): Athanasius’a göre bu, Tanrı’nın doğrudan müdahalesiydi. Kutsal Kilise’yi kirletmek üzere olan “hain”, tıpkı İsa’ya ihanet eden Yahuda gibi, kendi iç organları dışarı dökülerek can vermişti. Bu, ilahi bir yargıydı; davanın haklılığının göklerden gelen kanıtıydı.

Susturulan Fısıltı (Ariusçuların Tezi): Arius’un yoldaşları ise bunun ustaca planlanmış bir cinayet olduğunu fısıldadılar. Onları dinleseydik, ne duyardık? Belki de bir gün önce, rakip piskoposun adamlarından birinin, Arius’un yemeğine renksiz, kokusuz ama iç organları hızla parçalayan bir zehir kattığını… Belki de imparatorun bile bu “sorunun” ortadan kalkmasından memnun olduğunu… 

Bu, kanıtlanması imkânsız bir iddiaydı. Ama entrikalarla dolu Konstantinopolis’te, siyasi bir cinayetin ilahi bir mucize kılığına sokulması, kimseyi şaşırtmazdı. Gerçek neydi? Bu sır, o gün tarihin en karanlık dehlizlerine gömüldü.

Hayaletin intikamı: Barbarların Mesihi

Arius’un bedeni ölmüştü ama fikirlerinin hayaleti, imparatorluğun donmuş sınırlarının ötesine, Tuna boylarına ulaştı. Orada, medeniyetin “barbar” dediği, Roma’nın korkulu rüyası olan Got halkı yaşıyordu. Ve onların arasına karışan, “Küçük Kurt” lakaplı misyoner Ulfilas, Arius’un sürgün edilmiş teolojisini alıp bu savaşçı halkın kalbine ekti. Onlara bir alfabe verdi, Kutsal Kitap’ı onların diline çevirdi.

Ve bu, tarihin en büyük ironilerinden biri olarak kalacaktı. İznik’te mahkûm edilen “sapkın” inanç, Roma’yı yıkacak olan halkların resmi dini oldu. Yüzyıllar sonra, Roma’nın külleri üzerinde yeni krallıklar kurulduğunda, bir yanda İznik inancını benimsemiş Katolik halk, diğer yanda ise onları yöneten Ariusçu Got, Vandal ve Lombard kralları vardı. Arius’un hayaleti, Avrupa’nın efendisi olarak geri dönmüştü. Bu, yüzyıllar sürecek yeni bir çatışmanın başlangıcıydı.

Hâlâ Aramızda Yürüyen Fısıltılar

İznik’te olanlar, 1700 yıl önce yaşanmış bir teoloji tartışması değildi. O gün sorulan sorular, bugün de geçerliliğini koruyor. İnanç ve mantık nerede ayrılır? Bir fikrin “doğru”, diğerinin “sapkın” olduğuna kim karar verir? Siyasi güç, kutsal olanı ne kadar şekillendirebilir? “Kayıp Fısıltılar”, yok edilmiş kitapların, susturulmuş seslerin ve galiplerin tarih yazımında kaybolmuş alternatif gerçekliklerin yankıları. Onlar bize, tarihin düz bir çizgide ilerlemediğini, her zaman bir “ya olmasaydı?” sorusunun gölgesini taşıdığını hatırlatır. 

Ve belki de en büyük gizem, Arius’un haklı ya da haksız olması değil, onun hikayesinin bize, hakikatin çoğu zaman en güçlü olanın sesiyle tanımlandığını göstermesi. 

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.