Cengiz Aytmatov

Aytmatov, 1960’larda art arda yayımlanan eserleriyle Sovyet edebiyatının yükselen yıldızı haline geldi. “Elveda Gülsarı’, “İlk Öğretmen’, “Beyaz Gemi’, “Toprak Ana” gibi eserlerinde, kolhoz (kollektif çiftlik) yaşamını, savaşın yıkımlarını ve doğa-insan ilişkisini işledi. Ancak Aytmatov’un anlatımı, basit bir Sovyet propagandasından çok öteye geçiyordu.

SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT

“Bir insan bir başkasına, sanki o kendisiymiş gibi davrandığında, insanlığın o kişiye karşı tutumu en aşağılayıcı ve adaletsiz olanıdır. Önce sen kendin olmalısın, sonra bırak başkası da kendisi olsun, olduğu gibi kalsın.”

Bu sözler, sanki Tanrı Dağları’ndan esen bir rüzgarla Kırgız bozkırlarından tüm dünyaya fısıldanmış gibidir. Dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un kaleminden dökülen her kelime, yerel bir hikâyeden evrensel bir hakikate uzanan bir köprüydü. Eserleri, Tanrı Dağları’ndan inen kar taneleri gibiydi: her biri eşsiz, narin ve bir araya geldiklerinde nefes kesen bir manzara oluşturan…

Kökler: Bozkır ve Acı

Aytmatov, 1928 yılının soğuk bir aralık gününde, Kırgızistan’ın Talas Vadisi’ndeki Şeker köyünde dünyaya geldi. Babası Törekul Aytmatov, genç Sovyet devletinin Kırgız halkı için yetiştirdiği en parlak aydınlardan biriydi. Annesi Nagima ise Tatar kökenli, bilge bir kadındı. Ancak bu aydınlık aile tablosu, Stalin’in “Büyük Temizlik” adıyla bilinen kanlı tasfiyeleriyle paramparça oldu. Törekul Aytmatov, 1938’de “halk düşmanı” ilan edilerek kurşuna dizildiğinde, Cengiz henüz on yaşındaydı.

Babasız kalan küçük Cengiz, annesi Nagima ve bilgeliğiyle ona yol gösteren büyükannesi Ayıkman’ın kanatları altında büyüdü. İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık ve sefalet dolu yıllarında, on dört yaşında bir çocukken köyün vergi tahsildarı olarak çalışmak zorunda kaldı. O, bozkırın sert ikliminde erken olgunlaşan bir çocuktu. Gündüzleri çalışıyor, geceleri ise gaz lambasının cılız ışığında Rus klasiklerini, özellikle de Tolstoy ve Dostoyevski’yi yutarcasına okuyordu.

Büyükannesinden dinlediği Manas Destanı, Dede Korkut hikâyeleri ve bozkır efsaneleri, onun gelecekteki eserlerinin mitolojik ve folklorik damarlarını besleyen ilk tohumlardı. Annesi için ise yıllar sonra şöyle diyecekti: “Benim bir insan olmama, kişiliğimi bulmama yardım eden oydu.”

Köyden Kremlin’e: Bir Yazarın Doğuşu

Hayvancılık teknik okulunun ardından Kırgız Tarım Enstitüsü’nde ziraat mühendisliği okusa da kalbinin derinliklerinde asıl şifanın toprağı işlemekle değil, kelimeleri işlemekle geleceğini biliyordu. Edebi denemeleri 1950’lerde başladı ve ona asıl ünü getiren eseri, 1958’de yayımlanan ”Cemile”oldu. Bu eser, Fransız şair Louis Aragon tarafından “dünyanın en güzel aşk hikâyesi” olarak tanımlanınca, Aytmatov’un adı bir anda dünya edebiyat çevrelerinde duyuldu. Bu başarının ardından Moskova’daki prestijli Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne kabul edilmesi, onun edebi kariyerinde bir dönüm noktası oldu.

Propagandayı Aşan Anlatı: İnsan, Doğa ve Mankurtlaşma

Aytmatov, 1960’larda Sovyet edebiyatının parlayan yıldızı haline geldi. “Elveda Gülsari”, “İlk Öğretmenim” ve “Toprak Ana” gibi eserlerinde savaşın getirdiği yıkımları, kolhoz (kolektif çiftlik) yaşamını ve insan-doğa ilişkisini işledi. Ancak onun anlatısı, hiçbir zaman basit bir Sovyet propagandasının sınırlarına hapsolmadı.

Toprak Ana (1963): Savaşta kocasını ve  üç oğlunukaybeden Tolgonay’ın, acısını toprakla konuşarak dindirmeye çalışmasını anlatır. Eser, insanın doğayla kurduğu kopmaz bağın ve anavatan sevgisinin dokunaklı bir manifestosudur.

Beyaz Gemi (1970):Issık Göl kıyısında dedesiyle yaşayan öksüz bir çocuğun masalsı hayal dünyasını anlatır. Çocuk, babasının bir denizci olduğuna inandığı beyaz bir gemiye ulaşabilmek için bir balığa dönüşmeyi hayal eder.Aytmatov bu masum hikâyenin ardında, mitlerin yıkılışını ve toplumun ahlaki çöküşünü incelikle işler.

Gün Olur Asra Bedel (1980):Bu eser, Aytmatov’un felsefi zirvesi olarak kabul edilir. Romanda anlattığı “Mankurt” efsanesi, evrensel bir metafora dönüşmüştür. 

Efsaneye göre esirlerin başlarına ıslak deve derisi geçirilir ve güneşin altında kurumaya bırakılır. Kuruyan deri, başı mengene gibi sıkarak hafızasını ve kimliğini yok eder; öyle ki esir, annesini bile tanıyamaz hale gelir. Aytmatov, bu metaforla totaliter rejimlerin ve modern dünyanın, insanları köklerinden, kültürlerinden ve nihayetinde insanlıklarından nasıl kopardığını sarsıcı bir dille anlatır.

Daha sonraki eserleri olan “Dişi Kurdun Rüyaları”ve “Kassandra Damgası”nda ise ekolojik sorunlara ve insanlığın doğaya yabancılaşmasına yönelik eleştirilerini dile getirdi.

Komünist Dünyada Özgün Bir Duruş

Aytmatov, Sovyetler Birliği’nde benzersiz bir konuma sahipti. Sistemin resmi olarak tanıdığı ve ödüllendirdiği bir yazarken, eserlerinde totaliter rejimi ve kültürel yozlaşmayı ince bir dille eleştirmekten çekinmedi. 

Eserlerinin sığ bir milliyetçiliğe düşmemesi için özen gösterdi ve farklı kültürleri kucaklayan evrensel bir hümanizmi savundu. Hem Rusçayı hem de Kırgızcayı ustalıkla kullanarak “Sovyet-Avrasyacı” yazarlar kuşağının en önemli temsilcisi oldu. Sovyet sonrası dönemde ise Kırgızistan’ın Lüksemburg, Belçika ve Hollanda büyükelçisi olarak görev yaptı ve ülkesinin kültürel elçisi oldu. 

Ben de Brüksel’deki büyükelçilik görevi sırasında kendisiyle tanışma ve o dönem çıkardığım Platform dergim için bir yazısını alma onuruna erişmiştim. O, sadece bir yazar değil, aynı zamanda bilge bir devlet adamıydı.

Son Yolculuk: Kökleri Toprakta, Dalları İnsanlıkta

Eserleri, köklerini kendi vadi topraklarından alıp dallarını tüm insanlığa uzatan ulu bir çınar ağacı gibiydi. “Edebiyat, insanı daha iyi yapmalıdır,” derdi. Onun için yazmak, estetik bir uğraştan öte, insanlığa karşı ahlaki bir sorumluluktu. Yaşadığı zengin ve fırtınalı hayata rağmen, o çobanların oğlu, her zaman “kendisi olmayı, özünü korumayı” başardı. Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008’de, bir belgesel çekimi için gittiği Almanya’nın Nürnberg kentinde 79 yaşında hayatını kaybetti. Ölüm haberi, sadece Kırgızistan’ı değil, tüm dünya edebiyat camiasını yasa boğdu.

Naaşı, doğduğu topraklara, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e getirildi. Ancak mezar yeri olarak ailesinin bulunduğu Oş kenti değil, Bişkek yakınlarındaki Ata-Beyit Anıt Mezarlığıseçildi. Bu seçim son derece anlamlıydı: Ata-Beyit, babası Törekul Aytmatov da dahil olmak üzere Stalin döneminde katledilen 137 Kırgız aydınının toplu mezarının bulunduğu yerdi. Böylece Cengiz Aytmatov, 70 yıl sonra babasına kavuşarak onun yanı başında toprağa verildi.

Bugün eserleri 170’ten fazla dile çevrilmiş olan Aytmatov, geride bıraktığı ölümsüz metinlerle yalnızca Kırgız ve Türk dünyasının değil, tüm insanlığın ortak mirası olarak yaşamaya devam ediyor.  

Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.