Hürrem Erman
Adıyaman’ın dar sokaklarında başlayan bir hayat. Sekiz yaşında babasını kaybeden küçük bir çocuk. Kendi deyimiyle “kentteki birkaç sosyalist aileden birinin çocuğu” olarak dünyaya gelen Sırrı Süreyya Önder, Türkmen kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının sosyalist, dayısının ise Nurcu olması, daha çocukluk yıllarında Türkiye’nin kültürel polarizasyonunun tam ortasında konumlanmasına neden oldu.
“Baba tarafım hep sosyalistti, ana tarafımda olduğu gibi Nurcu’ydu,” diyen Önder, bu iki farklı dünya görüşü arasında büyümenin kendisine bir “şizoid bölünmüşlük oluşturmadığını,” aksine bir “avantaj” sağladığını belirtiyordu: “İslam’ı öğrenmiş oldum, inanç bahsini öğrenmiş oldum… öte yandan 12-13 yaşında sosyalist olmaya karar verdim.”
Babasının ölümüyle ailesi ekonomik sıkıntılar yaşamaya başladı. Daha çocuk yaşta çalışmak zorunda kaldı: Önce bir fotoğrafçının yanında çıraklık yaptı, ardından mevsimlik işçi olarak Sıtma Savaş ve Eradikasyon Teşkilatı’nda çalıştı. Milliyetçi Cephe Hükûmeti kurulunca bu işini kaybetti ve bir lastik tamirci dükkanı açtı.
Önder’in kimlik oluşumundaki en önemli kaynaklardan biri, babasından kalan kitaplardı. Babasının ölümünden sonra eve getirilen bir sandık dolusu kitap arasında Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanı ve Ahmet Arif’in el yazısıyla yazılmış şiirleri vardı. Bu kitaplar, onun dünyaya bakışını şekillendiren ilk eserler oldu.
Sırrı Süreyya Önder’in entelektüel gelişimi, Türkiye’nin 1970’ler ve 1980’lerdeki zor şartlarında, olağanüstü bir azimle gerçekleşti. “Sekiz yaşında babam öldü, babam bana ölmeden önce, okula da başlamadan önce okumayı, yazmayı ve dört işlemi öğretmişti,” diye bu dönemi özetliyordu.
Hapishanede Şekillenen Bilinç
1978 yılında, henüz 16 yaşındayken, Maraş Katliamı’nı protesto ettiği için ilk kez tutuklandı. Bu, onun uzun cezaevi serüveninin başlangıcıydı. 1980 darbesinde de ilk tutuklama furyasında hapse girdi. Tutuksuz yargılanırken Ankara Altındağ’da bir gecekonduda saklanırken, “geçmiş yıllarda beraber işkence gördüğü bir arkadaşının” ihbarıyla yakalandı.
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün yanındaki Et Balık Kurumu’nun altında bulunan ve DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) adı verilen işkence merkezinde 105 gün kaldıktan sonra, Mamak askeri cezaevine gönderildi. Buradaki deneyimlerini “avuç içi ölüm hariç rahmet okutacak bir zalimlikte” olarak tanımlıyordu. Sistematik işkencenin en yoğun uygulandığı yerlerden biri olan Mamak’ta, Ulucanlar ve Haymana cezaevlerinde toplam yedi yıl kaldı.
Cezaevi yılları, Önder’in hem fiziksel hem de zihinsel direncini sınadı. Açlık grevleri ve protestolar nedeniyle infazının yakılması (ceza süresinin uzatılması), bu dönemin zorluklarını artırdı. Ancak bu zorlu süreç, aynı zamanda onun düşünce dünyasını zenginleştiren, okuma, yazma ve düşünme pratiğini geliştiren bir dönem oldu.
Cezaevi yıllarındaki deneyimler, Önder’in daha sonraki sanatsal üretiminde, özellikle de “F Tipi Film” gibi yapımlarında merkezi bir yer tuttu. Cezaevi sisteminin insani boyutlarını, mahkumların psikolojik durumlarını ve dayanışma mekanizmalarını anlatma çabası, kendi deneyimlerinden beslendi.
Sinemaya Geçiş
Cezaevinden çıktıktan sonra, Önder kendini yeni bir Türkiye’de buldu. İstanbul’a giderek kamyon şoförlüğü dahil çeşitli işlerde çalıştı. Bir dönem yurt dışına çıktı. Babasının ölümünden sonra çalıştığı fotoğrafçılık, onda görsel sanatlara karşı bir ilgi uyandırmıştı. Bu ilgi, ilerleyen yıllarda sinemaya yönelmesini sağladı.
Önder, sinema dünyasına senaryo yazarlığı ile adım attı. Barış Pirhasan’ın senaryo kursuna katıldıktan sonra sinema diline hakimiyeti arttı. İlk büyük çıkışını, “Emret Komutanım” dizisinin senaristi olarak yaptı. 2005-2008 yılları arasında yayınlanan bu dizi, askeri komedi türündeki bu yapım, geniş bir izleyici kitlesine ulaştı. 2006 yılında, Muharrem Gülmez ile birlikte “Beynelmilel” filmini yönetti ve senaryosunu yazdı. Film, 1980 darbesinden sonra Adıyaman’da esnafların kurduğu kurulan bir bandoyu konu alıyordu. Kendi yaşamından izler taşıyan bu film, 14. Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü kazandı.
Film, Önder’in hayatının önemli bir dönüm noktası oldu. Bir röportajında, “Gerçekten hayatımın ilk bölümünü o çizdi, ikinci bölümünü ise parlamenter siyaset,” diyordu. “Beynelmilel”, Türkiye’nin yakın tarihinin karanlık bir dönemini mizah ve müzik ile anlatan, politik sinema geleneğinin önemli örneklerinden biri haline geldi.
Önder, daha sonra “O… Çocukları” (2008) filminin senaryosunu yazdı ve “Kavşak” filminin yönetmenliğini üstlendi. Ayrıca, birçok filmde oyuncu olarak da yer aldı: “Sis ve Gece” (2006), “Ada: Zombilerin Düğünü” (2009), “Ejder Kapanı” (2009), “Mar” (2010), “Yeraltı” (2012), “Düğün Dernek” (2013) ve “İtirazım Var” (2014) bunlardan bazılarıydı.
2012 yılında, cezaevi deneyimlerini konu alan “F Tipi Film”in yönetmenliğini ve senaristliğini yaptı. Bu film, Türkiye’deki yüksek güvenlikli cezaevlerindeki mahkumların yaşadıklarını, insanlık dışı koşulları ve onların direnme yöntemlerini anlatıyordu. Önder’in cezaevi deneyimleri, filmin gerçekçiliğine önemli katkılar sağladı.
Sırrı Süreyya Önder, sinemanın yanı sıra edebiyat dünyasında da aktif bir rol oynadı. 2010’dan itibaren çeşitli gazetelerde köşe yazıları yazmaya başladı.
Siyasete Geçiş: Ağaçların vekili
Sırrı Süreyya Önder’in siyasi kariyeri, sanatsal ve edebi faaliyetlerinin doğal bir uzantısı olarak görülebilir. 2011 genel seçimlerinde, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun bağımsız adayı olarak İstanbul’dan milletvekili seçildi. Bu, Türkiye siyasetinde yeni bir dönemin başlangıcıydı onun için.
Seçildikten sonra Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) saflarında yer aldı. 2013 yılında ise, Türkiye’nin sol muhalefetini ve Kürt siyasi hareketini bir araya getirmeyi hedefleyen Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kurulmasında aktif rol oynadı ve partinin eş genel başkan yardımcısı oldu.
2013 yılında patlak veren Gezi Parkı protestolarında ön saflarda yer aldı. Protestoların ilk günlerinde, Gezi Parkı’na giren iş makinelerinin önüne geçerek “Ben ağaçların da vekiliyim” dedi. Bu sözler, onun politik duruşunun özeti gibiydi: doğanın, yaşamın ve halkın temsilcisi olmak.
Ancak, Gezi Parkı protestoları sırasında, bazı kesimler BDP’lileri yeterince katılım göstermemekle eleştirdi.
Barış Süreci ve Siyasi Rol
2013-2015 yılları arasında, Türkiye’de “çözüm süreci” olarak adlandırılan dönemde, Sırrı Süreyya Önder en önemli aktörlerden biriydi. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın hapis yattığı İmralı Adası’na giden heyetin içinde yer aldı. Bu görüşmeler, Türkiye’nin yakın tarihindeki en önemli barış girişimlerinden biriydi.
Çözüm sürecinin sona ermesi ve Türkiye’nin siyasi ikliminin sertleşmesiyle birlikte, Önder’in politik alanı da daraldı. 2018 yılında, 2013’teki Newroz konuşması nedeniyle “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla 3 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Önder’in cezaevi deneyimleri, onun sanatçı ve siyasetçi kimliğini derinden etkiledi. F tipi cezaevlerinin insanı yalnızlaştıran, izole eden yapısını, “kurulan sistem insanı insanlıktan çıkarma üzerine” diyerek tanımlıyordu. Bu deneyim, onun hem sanatsal üretiminde hem de politik duruşunda yalnızlığa, izolasyona ve baskıya karşı bir direniş geliştirmesine neden oldu.
Sırrı Süreyya Önder’in belki de en önemli özelliklerinden biri, dilsel yeteneği ve retorik gücüydü. Konuşmaları, yazıları ve röportajları, zengin bir kelime dağarcığı, ince bir mizah anlayışı ve derin felsefi göndermeleriyle dikkat çekiyordu.
Önder’in kullandığı dil, sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir direniş biçimiydi. Baskıya, şiddete ve ayrımcılığa karşı mizahı ve ironiyi kullanarak, iktidar ilişkilerini tersine çevirme çabasındaydı.
Önder’in sanatsal estetiği, mizah ve tragedya arasındaki ince çizgide gelişti. Onun filmlerinde, yazılarında ve konuşmalarında, acı gerçeklerle yüzleşmenin bir yolu olarak mizahı kullandığı görülür. Bu, Anadolu kültüründeki “acı gülümseme” geleneğinin modern bir yorumu gibiydi.
Sırrı Süreyya’nın Tarih Anlatısı
Sırrı Süreyya Önder’in eserlerinde ve söylemlerinde, Türkiye’nin yakın tarihine dair alternatif bir anlatı sunma çabası görülür. Resmî tarihin dışında kalan, susturulmuş, marjinalleştirilmiş sesleri duyurma gayreti, onun sanatsal ve politik duruşunun temelini oluşturur.
“Beynelmilel” filmi, Türkiye’nin 1980 darbe dönemine dair bir tanıklık içerir. Film, darbenin Anadolu’daki küçük bir şehirde, sıradan insanların hayatlarını nasıl etkilediğini gösterir. Bu, büyük tarihsel olayların mikro düzeydeki yansımalarını anlamaya yönelik bir çabadır.
Önder’in “Türk mitolojisine çok kafayı takmış durumdayım,” sözleri, onun tarih anlatısına dair ipuçları verir. Türk kimliğinin ve tarihinin, popüler kültürde ve televizyon dizilerinde nasıl temsil edildiğini eleştirir: “Bu televizyondaki Türklük, dizilerdeki Türklük temsiliyetinin ne kadar saçma sapan bir yere gittiğini ve bir mafya kafasıyla ele alınması beni çok rahatsız ediyor.”
Bu eleştiri, kimlik politikalarına ve tarih anlatılarına dair derin bir farkındalığı gösterir. Önder, Türkiye’nin çoğulcu yapısını tanıyan, farklı kimliklerin ve kültürlerin bir arada yaşayabileceği bir toplumsal vizyon sunar.
Edebi Arka Plan
Sırrı Süreyya Önder’in sanatsal ve politik duruşunda, çokkültürlülük ve farklı kimliklerin bir arada yaşaması vizyonu önemli bir yer tutar. Türkmen bir ailenin çocuğu olarak, çevresindeki herkesin ana dilinin Kürtçe olduğu Adıyaman’da büyümesi, ona erken yaşlardan itibaren farklı kültürleri tanıma ve anlama fırsatı verdi.
Kendisini “Kürtler arasındaki bir Türk” olarak tanımlayan Önder, bu konumunu bir avantaj olarak görüyordu. Bu, onun farklı etnik ve kültürel kimliklere köprü kurma çabasının bir parçasıydı.
Önder’in sanat anlayışında, estetik kaygılar kadar, etik kaygılar da önemli bir yer tutar. Sanatın, sadece estetik bir haz sağlama aracı değil, aynı zamanda toplumsal gerçekliği dönüştürme potansiyeli taşıyan bir pratik olduğunu düşünür.
“Meraklı bir çocuktum. İki şey ders öğrencilere de söylüyorum, sinema seni arıyor, edebiyat sanat buna dair bir şey yapacaksanız iki şeyi sizde var mı yok mu bakın: merak ve itiraz,” derken, sanatçı kimliğinin temelindeki iki unsuru belirtiyordu: merak ve itiraz.
Merak, dünyayı anlamaya, keşfetmeye ve sorgulamaya yönelik bir tutumu; itiraz ise, mevcut duruma, haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı bir duruşu ifade eder. Önder’in sanatı, bu iki unsurun bir bileşimidir.
Önder’in sanatçı kimliği, politik sorumluluğuyla iç içe geçmiştir. Sanatı, politik görüşlerini ifade etmenin bir aracı olarak görmez; aksine, politik duruşunu, sanatsal duyarlılığının doğal bir uzantısı olarak algılar. Bu, sanat ve politika arasında organik bir bağ kuran, bütüncül bir yaklaşımdır.
Felsefi Derinlik
Sırrı Süreyya Önder’in eserlerinde ve düşüncelerinde, varoluşsal sorgulamalar ve ölüm teması önemli bir yer tutar. Erken yaşta babasını kaybetmesi, cezaevi deneyimleri ve ölümle yüz yüze gelmesi, onu hayatın anlamı, ölüm ve varoluş üzerine düşünmeye yöneltmiştir.
“Hayat bir Türkiye sığacak kadar kısa,” diyen Önder, ölümün kaçınılmazlığı karşısında, yaşamın kıymetini vurgular. Ölüm, onun için sadece bir son değil, aynı zamanda hayatın anlamını sorgulatan bir durumdur.
Önder’in düşüncelerinde, varoluşçu felsefenin izleri görülür. İnsanın özgürlüğü, sorumluluğu ve seçimlerinin önemi, onun düşünce dünyasının temel unsurlarıdır. Sanatı ve siyaseti, varoluşsal bir tercih, dünyada anlam yaratma çabası olarak görür. “Empati” kavramı, onun düşünce dünyasında merkezi bir yer tutar. Farklı kimlikleri, kültürleri ve deneyimleri anlama çabası, onun hem sanatsal hem de politik duruşunun temelidir. Bu, sadece estetik bir kaygı değil, aynı zamanda etik bir sorumluluktur onun için.
Önder’in son yıllarında, sağlık sorunlarıyla mücadele ettiği dönemde, ölüm teması daha da belirginleşir. “Hayatın eksik bıraktım,” derken, tamamlanmamış işleri, gerçekleştirilmemiş hayalleri ve barış mücadelesinin yarım kalan hikâyesini düşünür.
Direnişin Estetiği
Sırrı Süreyya Önder’in sanatsal ve politik duruşu, bir “direniş estetiği” olarak tanımlanabilir. Onun sanatı, baskıya, şiddete ve adaletsizliğe karşı bir direniş biçimidir. Bu direniş, sadece içerikte değil, aynı zamanda biçimde, dilde ve estetik tercihlerinde de kendini gösterir.
Metafor kullanımı, Önder’in edebi tekniklerinin önemli bir unsurudur. “Beynelmilel” filminde, bando, darbe dönemindeki suskunluğu ve direniş potansiyelini temsil eden bir metafor olarak işlev görür. “F Tipi Film”de, cezaevi mimarisi, toplumsal yapıların bir metaforu olarak sunulur. Öykü anlatımında, chronotope (zaman-mekân) kullanımı dikkat çeker. “Beynelmilel” filminde, 1980 darbesi sonrası Adıyaman, sadece fiziksel bir mekan değil, aynı zamanda bir zaman-mekan bütünlüğü içinde, tarihsel ve toplumsal bir atmosfer olarak sunulur.
15 Nisan 2025’te geçirdiği kalp krizi sonrası hastaneye kaldırıldı. Aort damarında yırtık tespit edilmesi üzerine acil ameliyata alındı. 18 gün boyunca yoğun bakımda kaldıktan sonra, 3 Mayıs 2025’te, çoklu organ yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetti.
“Hayat bir Türkiye sığacak kadar kısa,” diyen Önder, kısacık ömrüne bir ülkenin hikayesini sığdırmayı başarmıştı. Onun hikayesi, Türkiye’nin hikayesinin bir parçası artık. Ve bu hikaye, tüm çelişkileri, acıları ve umutlarıyla, anlatılmaya devam edecek. Nurlar içinde yatsın.