SEBAHATTİN ÇELEBİ FRANKFURT
18. yüzyılın başlarında, Leipzig’in taş döşeli sokaklarında, bir zamanlar Osmanlı topraklarında doğmuş olan Wolff Christoph Lustig, zincirlerini kırıp yeni bir hayat inşa etti. Müslüman olarak dünyaya gelmişti, ancak annesi-babası tarafından verilen ismini tarihi kayıtlarda göremiyoruz. Hristiyanlığı seçerek kendine yeni bir yol çizmeyi tercih etti. Bu hikâye yalnızca onun değil; savaşın gölgesinde esir düşen, vaftizle özgürlüğüne kavuşan ve hatta ticarete atılan birçok “Ganimet Türk’ün de hikâyesi.
Büyük Türk Savaşı’nın (1683-1699) dumanı henüz dağılmamıştı. Habsburg monarşisi orduları, Balkanlar’dan Anadolu’ya uzanan geniş Osmanlı coğrafyasında sayısız esir almıştı. Bu esirlerin çoğu Müslümandı; kimisi savaş meydanlarında, kimisi kale kuşatmalarında yakalanmış ve zincirlerle Avrupa’ya taşınmıştı. Yüzlerce Osmanlı imparatorluk mensubu , ailelerinden, vatanlarından koparılmış, bilinmez bir kadere sürüklenmişti. Kadınlar, çocuklar, askerler… Bazıları köle pazarlarında satılmış, bazıları efendilerinin zoruyla vaftiz edilip Hristiyanlığa geçirilmişti. “Türk Vaftizi” denen bu gelenek, kilise defterlerinin kenarlarına not düşülürdü: “Türkiye’den doğma.” Ancak bu notlar, çoğu zaman bir ismin ya da bir hayatın izini sürmekten çok, yalnızca bir tanımlama olarak kalırdı.
Almanya Münster Üniversitesi’nden Manja Quakatz, o döneme ilişkin yaptığı araştırmalarda, Osmanlı esirlerinin vaftizlerinin ağırlıklı olarak Viyana, Graz ve Güney Avusturya’nın daha küçük yerleşim yerlerinde gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Vaftizlerin bir diğer yoğun bölgesi ise Güney Almanya, özellikle Aşağı, Orta ve Yukarı Frankonya’ydı. Bununla birlikte, Osmanlı esirleri ya da onların vaftizleri, Berlin, Hannover, Hildesheim, Lüneburg, Köln, Darmstadt ve Leipzig gibi şehirlerde de nadiren görülüyordu.
“Türk Vaftizi” Osmanlı esirlerinin Katolik vaftizleri açısından umut verici bir uygulamaydı. Zira Viyana ya da Budin’deki bu vaftizlerin büyük dini şenliklerle kutlandığı ve amacın yalnızca bir “kâfiri” kurtarmak olmadığı biliniyor. Vaftizler, önemli kilise bayramlarına denk getirilerek geniş bir kamuoyuna duyuruluyordu. Vaftiz ebeveynleri, bu şenliğin “kurucuları” olarak kabul edilir, vaftizin gerçekleştirilmesi ise Katolik topluma güçlü bir mesaj ve diğer mezheplere karşı önemli bir güç gösterisi olarak görülürdü.
Wolff Christoph da “kâfirlikten” kurtarılmış bir “Ganimet Türk’tü. Onu diğerlerinden ayıran, belki de savaşın kaosunda bir çocuk olarak Reich’a getirilmiş olmasıydı. Kökeni, adı, ailesi hakkında hiçbir kayıt yok; sanki geçmişi bir fırtınayla silinip gitmişti. Belki bir askerin ganimeti olarak, belki bir tüccarın malı gibi Leipzig’e kadar sürüklenmişti. Ancak Wolff’un hikâyesi esir alınmasıyla değil, Leipzig’e gelişi ve burada Hristiyanlığa geçişiyle başlar.
Leipzig’in gri sabahlarından birinde, 1719’da, genç bir adam terzi loncasının kapısını çaldı. Adı Wolff Christoph Lustig’di. Gözlerinde kararlılık, ellerinde iğneyle iplikten fazlasını taşıyan bir güç vardı. Jacob Dinger adlı bir ustanın yanına çırak olarak girmişti; belki de yıllarca süren dil öğrenimi, sabır ve gözyaşından sonra. Lonca kayıtlarında “Türkiye’den doğma” diye geçiyordu, ama bu not onun kimliğini gölgede bırakacak kadar basit değildi. Wolff bir yabancı gibi durmuyordu; konuşması, duruşu, sanki bu topraklarda doğmuş gibiydi. Belki çocukluğu savaşla çalınmıştı, ama gençliğini kendi elleriyle bir kale gibi inşa edecekti.
İlk günler zordu. Çırak yurdunda ya da ustasının evinde, bir köşede sessizce iplik geçirirken, geçmişin hayaletleri peşini bırakmıyordu. Osmanlı’da geçirdiği günler –belki bir anne kucağı, belki bir cami avlusu– zihninde bulanık gölgelerdi. Ama o, bu gölgeleri silmek için çalıştı. Bir ustanın dul eşi onu “tafel terzisi” olarak istediğinde, Wolff’un hayatı bir kez daha değişti. Dulun atölyesini ayakta tutmak için onun becerilerine ihtiyacı vardı; Wolff ise bu fırsatı bir basamak olarak gördü. Dikiş makinesinin ritmik sesi, onun için bir özgürlük marşıydı.
1719 sonbaharında, Wolff’un lonca içindeki yeri sağlamlaşmıştı. Hasta bir çırağın hakkını savunmak için lonca ustalarının önüne çıktığında, artık sadece bir çırak değildi; “altgeselle’ydi, yani çırakların temsilcisi. Etrafındakilere güven vermiş, okuma, yazma ve hesap yapma yetenekleriyle –belki de yıllar içinde kazandığı eğitimle– bu role yükselmişti. Hasta bir çırak için loncaya karşı sesini yükselttiğinde, ustalar belki de şaşkınlıkla dinledi. Baumgarten adlı usta, borçlarını ödemedi diye itiraz etti; ama Wolff’un cesareti o odada bir yankı bıraktı. O an, bir “Ganimet Türk’ün kölelikten sıyrılıp topluluğun bir parçası olduğunu ilan ettiği andı.
Esirlikten Vatandaşlığa
Wolff’un hayali daha büyüktü: Usta olmak istiyordu. 1720 Nisan’ında, bir yıllık çalışmanın ardından lonca önüne çıktı ve deneme hakkını istedi. Üç yıl beklemesi gerektiğini söylediler; ama Wolff pes etmedi. Mayıs’ta Leipzig Şehir Meclisi’nin kapısını çaldı. Protokollerde adı geçti: “Wolff Christoph Lustig, terzi çırağı.” Kökeninden, dininden söz edilmedi; o, artık sadece bir terziydi. Lonca temsilcileri kararsızdı, ama Wolff’un kararlılığı meclisi etkiledi. Dört hafta sonra lonca oylama yaptı ve bir şartla kabul etti: Saygın bir insan olduğuna dair meclisten güvence getirmesi.
Wolff bu güvenceyi sundu. Ama ustalık için bir eksik vardı: Evli olmalıydı. Belki bir tesadüf, belki uzun süredir planladığı bir adım; 1 Ekim 1720’de, Kolben’den Anna Maria ile Nikolaikirche’de evlendi. Genç kadının gözlerinde, Wolff’un kararlılığına yoldaşlık vardı. O gün kilisenin çanları, sadece bir evliliği değil, bir adamın kölelikten özgürlüğe geçişini kutladı.
Aralık’ta ustalık ücretlerini ödedi; ama bu kolay olmadı. İki kez lonca toplantılarına gelmedi, belki parayı denkleştirmekte zorlandı. Yine de 7 Şubat 1721’de lonca ona ustalık belgesini verdi. Wolff Christoph Lustig artık bir ustaydı. Lonca salonunda, ellerinde belgeyle dururken, geçmişin zincirleri tamamen koptu. O, bir “Ganimet Türk’tü, evet; ama aynı zamanda Leipzig’in bir vatandaşı, bir terzi, bir eş, bir insandı.
Wolff Christop’un ’un hikâyesi, diğer esir Türkler arasında belki bir istisnaydı. Çoğu Viyana’da, Graz’da ya da Frankonya köylerinde vaftiz babalarının gölgesinde kayboldu. Kimisi köle olarak kaldı, kimisi tarlalarda çalıştı, kimisi unutuldu. Kilise defterlerinde “Türk Vaftizi” yazan satırlar, çoğu zaman bir son değil, bir başlangıç bile olamadı. Ama Wolff farklıydı. O, savaşın ganimeti olarak başlamış, ama kendi elleriyle bir hayat dikmişti.
Wolff Christoph Lustig’in izi, 1721’den sonra kayboluyor. Ama hikâyesi Leipzig’in sokaklarında, bir terzi dükkânının köşesinde hâlâ yankılanıyor. O, geçmişin esiri değil, geleceğin ustasıydı. Ve onun gibi, adı bilinmeyen diğer “Ganimet Türkler’in ruhları, tarihin sessizliğinde bir acı sayfa olarak duruyor.
Günümüzde bu konuda sayısız bilimsel araştırma yapılıyor. Dönemin kilise kayıtları her zaman detaylı bilgi vermese de, birbirinden ilginç hikâyeler biliniyor. Örneğin, çocuğunu doğurduktan sonra intihar eden bir Türk esir kadından bahsediliyor. Neden, niçin diye soracağımız soruların hiçbirine cevap bulamasak da, bir gerçek tüm berraklığıyla karşımızda duruyor:
Tarih, yenilenlere pek insaflı davranmıyor…