RÖPORTAJ: SEBAHATTİN ÇELEBİ
Hüseyin Bey, sizi biraz tanıyabilir miyiz? Kendinizden bahseder misiniz?
Denizli’de doğdum, 1954 yılı Nisan ayında. İlkokulu Denizli’nin en köklü ve en bilinen ilkokulunda bitirdim. Sonra babam İmam Hatip Okulu’na yazdırdı. Fakat orada rahat edemedim, çünkü fıtratıma çok uygun değildi. Aşırı bir disiplin ve dini atmosfer vardı. Öyle bir ortamdan gelmiyorduk, ailemizde de fazla dindar yoktu. Yine de orta sona kadar geldim. Orta sonda bırakıp gazeteciliğe başladım.
Gazetecilik kariyeriniz nasıl başladı?
Gazeteciliğe başlamam çok erken oldu. 15-16 yaşında gazetenin getir götür işlerini yapıyor, arada haber yazıyordum. Babam çok üzüldü buna. O sırada Almanya’daydı, işçi olarak çalışıyordu. Döndüğünde benim okulu, özellikle İmam Hatip Okulu’nu bırakmamı hiç hoş görmedi. Çok üzüldü ve ben bu defa dışarıdan bitirme kararı aldım. İmam Hatip Okulu’nun orta kısmını dışarıdan bitirdim. Gazeteciliğe devam ederken liseyi de bitirdim.
İmam Hatip Lisesi o yıllarda çok fazla işe yaramıyordu, bazı üniversitelere alınmıyordunuz. Mesela hukuku çok istiyordum ama hukuk, İmam Hatip mezunlarına kapalıydı. Bu defa Denizli Lisesi’ni dışarıdan bitirdim ve yine gazeteciliğe devam ettim.
Gazetecilik kariyerinizde önemli bir deneyiminiz var mı?
Gazeteci sıfatıyla 21 yaşında hacca gittim, 43 gün oralarda kaldım ve bana göre çok ciddi röportajlar yaptım. Dönüşümde gazetede yayınladım, 43 gün süren bir yazı dizisi oldu. O yıllarda yayın dünyasında, gazetelerde böyle uzun seri röportajlar, yazılar oluyordu. Şimdilerde fazla olmuyor.
Belli bir noktadan sonra artık Denizli’nin bana dar geldiğini düşünmeye başladım ve İstanbul’a gözümü diktim. Bazı temaslarım oldu, çünkü bir çevre edinmiştim, bazı gazetelerin Denizli temsilcisi olmuştum. Sonra 1977’de İstanbul’da Tercüman gazetesine başladım. Önce yazı işlerinde görev aldım, sonra çocuk dergisi çıkarmaya başladık.
Tercüman gazetesinden biraz bahseder misiniz?
Tercüman Çocuk efsane bir dergiydi. 800 bin basar, 600 bin satardık. Tercüman zaten bir efsaneydi. Kemal Ilıcak patronumuzun ilginç bir satış stratejisi vardı. Derdi ki, “Sattığınızın %25 fazlasını dağıtmazsanız, bazı okuyucular dergiyi ya da gazeteyi bulamaz.” Kaç satacaksın mesela, 600 bin. Derdi ki, “800 bin basın, 200 bin baskı çöpe gidecek, olsun. Yani artmazsa yetmez.” Böyle bir felsefesi vardı.
Çok büyük bir kadrosu vardı. Ahmet Kabaklı bizde yazıyordu, Tarık Buğra yazıyordu. Refik Özlek gibi 200 Fransızca kitabı Türkçeye kazandırmış bir büyüğümüz vardı. Gürbüz Azak yazı işleri müdürümüzdü. Ben Hekimoğlu İsmail’i de oraya getirmesini sağlamıştım. Dedim ki “Renkli bir kalem olsun.” Hekimoğlu İsmail çok uyumlu bir insandır, biz onu yönlendirebiliriz diye düşündüm.
Ben bir kitap okudum, Hasan Cemal’in “Kürtler” kitabı. Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeniydi kendisi. Çok güzel bir kitaptı, Türkiye’de gündem olmuştu. Bir röportajında kitabı nasıl yazdığını anlatıyordu: “Ben her gün 6’da kalktım, 8’e kadar bu kitaba çalıştım. Hiçbir şey yapmadım, tıraş bile olmadım. 6’da kalktım, masama geçtim, Kürtler kitabına yoğunlaştım, 8’de bıraktım. 8’den sonra yarım saat işte tıraş, yemek, 8.30’da da çıktım, 9’da gazetede oldum, her gün Pazar dahil.” Bu disiplin hem çok şaşırttı beni hem çok hayran bıraktı.
Genç yazarlara okuma konusunda ne tavsiye edersiniz?
Ben önce iyi bir Türkçeye sahip olmalarını, bunun için de kaliteli kitaplar okumalarını tavsiye ediyorum. Yani önce dolacaksın, sonra taşacaksın. Yazarlığın birinci kuralı bu. Bir “A” yazabilmek için, bana göre en az bin “A” okumanız lazım. Abartmıyorum, bazıları bini fazla bulabilir. Hadi biraz daha ilimsel olayım, bu 500’den aşağı olmamalı.
Okumak dışında başka tavsiyeleriniz var mı?
Yazmayı da çok zorlamadan ama her gün yazmak, ara vermeden yazmak önemli. Bir hedef koymanız lazım, mesela “günde yarım sayfa yazacağım” diye. Duruma göre o yarım sayfa hiçbir konu yoksa bile, “kalktım, tıraş oldum, pijamamı değiştirdim” gibi sıradan şeyleri bile yazma alışkanlığı edinmek lazım.
Her okuyan yazabilir mi?
Hayır, yazamaz tabii ki. Dediğim gibi, tencerenin fokurdaması, kapağın oynaması lazım. Kapak oynarsa, yani tencere fokurdadığında kapak kendini dışarıya doğru atarsa yazabilir. Bazen de atmayabilir. Ben atmayanı da gördüm. Bazı insanlar yazdırmayı seviyor. Mesela yayınevi sahiplerinin çoğu çok okur ama yazmaz. Demek ki onların kapağı oynamıyor. Zannediyorum ifade gücü farklı bir şey, üslup ve anlatı yeteneği farklı bir şey.
Yerli mi yoksa yabancı yazarlar mı okunmalı?
Birinci derecede tabii yerli yazar. Ben yabancı yazarları okuyorum fakat çok sevemiyorum, çünkü kendimi bulamıyorum onlarda. Onların ayrı bir dünyaları var. Fakat o dünyayı da tanımak lazım. Mesela Rus yazarlar insan derinliği açısından okunmalı. Ama hayatı anlamak bakımından da Amerikalı yazarları okumak lazım. 3-5 kitap yabancı yazar okunmalı, 3-5 Rus klasiği okunmalı, Fransız klasiği okunmalı, ama yerlilere ağırlık verilmeli.
Necip Fazıl ile ilgili bir anınızı paylaşır mısınız?
Necip Fazıl’ın en küçük oğlu Osman, Denizli Ticaret Lisesi’nde öğrenciydi. Aynı zamanda Denizlispor’da da kaleciydi. Ben de o sırada genç bir gazeteciydim. Oğlu olduğunu öğrenince hemen peşine düştüm, arkadaş oldum. Sonra İstanbul’a geldiğimde Necip Fazıl’ı da tanıma fırsatı buldum. Son yıllarında kendisini sık sık ziyaret ederdim. Bir gün gençliğin verdiği cesaretle, “Üstat, siz pek kitap okumuyorsunuz galiba?” dedim. Çok kızdı bana, “Ben okur değil, yazarım” dedi.