SEBAHATTİN ÇELEBİ, FRANKFURT
90’lı yıllarda Amerikalı tarihçi Donald M. McKale Alman Kaiseri II. Wilhelim’in Ortadoğu’da izlediği politikayı tek cümle ile özetleyecekti:
“Cihat, made in Germany”.[1]
“Türkiye ve Hindistan’daki elçilerimiz ve ajanlarımız, bütün Muhammed dünyasında nefret dolu, yalancı ve vicdansız bu millete (İngilizlere) karşı ayaklanmayı ateşlemeli. Böylelikle biz kan kaybedecek olursak, en azından İngilizler Hindistan’ı kaybetmeli…”
İslam topraklarında kirli bir savaş ve taktik yürüten İngilizlere karşı kitlesel bir ayaklanmanın gerekliliğine inanan bu sözlerin sahibi Alman Kaiseri II. Wilhelm’den başkası değildi.
Alman Kaiseri’nin bu önemli tespitlerine çok büyük katkılar sağlayacak biri vardı ve İslam topraklarında İngilizleri durduracak sihirli formülü Berlin’in kulağına üflemişti… “İslam’ı cihatlaştırma fikrinin babası” [2] idi o ve “İngilizlerle içinde bulunduğumuz bu zorlu mücadelede, İslam bizim en önemli silahlarımızın biri olacak.” diyordu.

1914’te 136 sayfalık Berlin’e gönderilen strateji belgesinin altındaki imzanın sahibi bankacı bir babanın oğlu olduğu halde, kendisini Ortadoğu’ya atan, Max Baron von Oppenheim’dan başkası değildi. O da tıpkı Arabistanlı Lawrence gibi mükemmel bir şekilde Arapça’ya hakimdi ve o bölge insanının kıyafetlerini giyiyor, halkın arasına karışıyordu. Varlıklı ve seçkin bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen bu genç adam, “tatil gezisi” için İstanbul’a geldiğinde tarihler 1883’ün kışını gösteriyordu ve Oppenheim henüz 28 yaşındaydı. Tamemen kendi girişimleriyle ileriki yıllarda Mısır, Suriye, Mezopatamya ve yine Türkiye ve Pers Körfezi’ne seyahetler düzenledi. Daha sonra Suriye sınırları içindeki Tell Halaf’da yapacağı arkeolojik kazılarla dünya çapında üne kavuşan bir arkeolog olacaktı Oppenheim.
Oppenheim, doğuya merakını anlatırken, “İslami Orient’te bir araştırmacı gezgin olarak bulunmak, sürekli güçlenen ve beni asla terketmeyen bir düşünceydi” diyecekti daha sonra.[3]
1896’da Kahire’nin köhne sokaklarına bakan İbni Tulun Camisinin muhteşem mimarisinden şehre bakan ve dört dili iyi derecede konuşan bu adam, “rüya bir hayat”a kavuşmakla kalmayacak, aynı zamanda “Bütün İslam dünyasının gözlemcisi” bir Alman olacaktı. [4]
Birinci Dünya Savaşı’nda cephe gerisinde aktif rol oynayan bu Alman diplomat, ilerleyen yıllarda dahice bir planla dünyanın birçok yerindeki Müslümanları merkezi gücün etrafında toplamak için bir proje geliştirecekti. Plan, İslam’ın temel disiplinleri içinde önemli bir yere sahip olan ve bugün de dünyanın birçok yerindeki müslümanlar için oldukça kuvvetli bir argümanı seçmekteydi…
Cihat’ı!
Aynı zamanda Oryantalist ve Arkeolog olan Max Baron von Oppenheim’in amacı, Müslümanları Ortadoğu’daki dönemin hakim gücü İngiltere ve Fransa’ya karşı kışkırtmak ve Alman otoritesine zemin hazırlamaktı. Londra, bir İslami isyan vasıtasıyla Hindistan’daki hâkimiyetini kaybederse, “3. derecede güce” düşecekti. İstanbul’da müslümanlar arasında büyük bir nüfuza sahip biri yaşıyordu ve Alman Kaiseri’nin bir hareketiyle bir İslami isyanı çıkartabilecek güce sahipti. Bu isyan için gerekli olan yollar ve malzemeleri bulması istenen kişiydi Baron. Öyle ki, bazı İslamolog ve Türkologlar Max von Oppenheim için niteliğine uygun bir sıfat bulacaktı: “Deutscher Abu Jihad / Alman Ebu Cihad’ı.”
“Kutsal savaşın, cihadın babası” olmak dışında, “Antiemparyalizmin Kahramanı” deniliyordu ona. Baron, Bağdat merkezli 12. Yüzyıl başlarında kurulan Abdulkadir Geylani hazretlerinin Sufi yolunun temsilcileriyle de yakınlaşma imkanı bulmuştu. Abdulkadir Geylani’nin tarikatı, Çin’den, Hindistan, Pakistan, Türkiye, Balkanlar, Kuzey, Doğu ve Batı Afrika’ya kadar ulaşmış bir gönül hareketiydi ve onun 1893’teki lideri Akdeniz’den İran Körfezi’ne kadar seyahatinde kendisine, göğüs kabartan ve güven duyulduğu izlenimi veren bir tanımlamada bulunmuştu: “Şam’ın en iyi dostlarından” diye nitelenecekti Baron.


Almanya’nın Ortadoğu politikası
Alman araştırmacılar Alexander Will ve Stefan M. Kreutzer’in keşifleri, Berlin’in Ortadoğu’da 2 yöntem kullandığını ortaya koyuyordu.[5] Birincisi, Almanya’nın düşmanı ülkelerin kolonilerinde anti-emparyalist ayaklanmaları tetiklemekti. Ki; Almanya, bu birinci yolu Ortadoğu topraklarında cömertçe kullandı. Bölgenin önemli ülkelerinde yeteri sayıda ajan gönderildi. Ancak birinci yöntem Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında çok da pozitif sonuçlar veremedi. İngilizler, Fransızlar ve diğer aktörler, Osmanlı’yı parçalayarak, kalanları paylaşma peşindeydi.
Biraz da konjunktur gereği, Osmanlı ile daha farklı ve ticarete ve dostluğa dayalı ikinci bir yöntem devreye sokulacaktı. Alman tarafı Osmanlı’nın askeri gücünü çok iyi biliyordu. Alman Genelkurmay Başkanı Hellmuth Johannes Ludwig von Moltke, Mart 1914’te ülkesinin İngiliz ve Fransız sömürge güçlerine karşı desteklediği Osmanlı’nın durumunu şöyle özetleyecekti: “Türkiye, askeri olarak bir sıfır!” [6]
Sıfır konumunda gördükleri Osmanlı ordusunu modernize etmek için, Türk subayları Alman askeri okullarında eğitime alınacaktı. Osmanlı ordusunu reorganize etme görevini üstlenen Colmar von der Goltz yani bizdeki tanınmış adıyla Goltz Paşa, Alman silah ihracatçısı firmaları Krupp, Loewe ve Mauser gibi firmalar aracılığıyla ordunun modernize edilmesi için bastırıyordu. Birazcık rüşvetle, Osmanlı ordusunun silahlandırılmasını etkilemek mümkündü. Bunun için Mareşal’in rüşvet olarak gerekirse dağıtabilmesi için 30 bin Reichs marklık bir bütçe bile oluşturuldu. Hatta silah tüccarı Ludwig Loewe, ona satıştan pay teklif ettiğinde, “Bir Preuss subayı bahşiş almaz” diyecek kadar dik durmuştu. Bağdat’ta Tifo’dan ölen ve bugün İstanbul’daki Tarabya’daki Alman elçiliğinin bahçesinde gömülü olan Goltz Paşa, Osmanlı ordusu içindeki Almanya karşıtı Genç Türklere karşı, Almanya taraftarı unsurları destekledi.
2 Ağustos 1914’te yapılan anlaşma ile gizli bir müttefikliğin imzaları atıldı. Anlaşmanın 4. maddesi ilginçti. Bayram değildi, seyran değildi ama Almanya garip denebilecek bir taahhütte bulunuyordu:
“Almanya, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde her hangi bir tehdit halinde, gerekli hallerde silahlı savunmayı taahhüt eder.” [7]
Aradaki ilişkiyi sıcak tutmak ve gerekli anlaşmaları yapabilmek için işin temelleri çok önceden atılmıştı aslında.
Ekim 1898’de Alman Kaiseri II. Wilhelm, imparatorluğun merkezine ve kutsal topraklara bir gezi düzenleyecekti. Ev sahibi Sultan II. Abdulhamit’ti ve bu uzun yolculukta yanında eşi Auguste Viktoria bulunuyordu. Osmanlı hastaydı ve yeni arkadaşlar, partnerler arayışındaydı. Alman tarafından gelecek maddi bir destek umuyordu Osmanlı tarafı ve Kaiser II. Wilhelm efsanevi Bağdat demiryolu inşaasının Alman firmalarına verileceği vaadiyle İstanbul’dan ayrılacaktı. 1900 yılında yapılan bugünkü İstanbul Sultanahmet’teki Alman çeşmesi, II. Wilhelm’in ziyareti ya da daha ticari bir deyişle büyük ihalenin alınması anısına inşa edilmişti.
Bağdat Demiryolu, Ortadoğu’da emelleri olan başta İngilizler olmak üzere, Fransızlar, ve Almanlar için bir siyasi hakimiyet arenası olacaktı. Toplam 30 bin hissenin 8 binini Deutsche Bank alırken, kalan 8 bini Avusturya, İsviçre, İtalyan ve Osmanlı bankerlerine aitti ve bunlar da Deutsche Bank’ın ortakları arasındaydı. Osmanlı sadece 3 bin hisseyle projede yer alabilirken, 8 bin hisse de Fransızların elindeydi. [8]
1888’den 1918’e kadar hüküm süren Kaiser II. Wilhelm, Kudüs kapılarından girdiğinde heyecan doruktaydı ve “II. Wilhelm barışçıl bir haçlı seferi tarzında kutsal topraklara geldi” denecekti daha sonra. Nitekim Wilhelm’in İslam dünyasına gösterdiği “barışçıl” yüz, posta kartlarına kadar yansıyacaktı, “Halife ve onun Müslümanları”na hürmet ifade eden sözler yer alacaktı. [9]
Oysa İstanbul “hasta” olmanın verdiği sıkıntılarla boğuşurken, Kahire’den İslam ve Afro-Asya Müslümanları hakkında Kaiser II. Wilhelm’e bilgiler aktaran Max von Oppenheim, Alman İmparatorluğu’nun sömürgeci devletlerin göz diktiği topraklardaki politikalarını şekillendirecekti. Hristiyan karşıtı, Senusiye gibi oluşumlar, Hristiyan hakimiyetini bitirmek amacını taşıyordu ve İstanbul, daha güçlü ve sert bir şekilde cihat çağrısı yapmalıydı. Aslında Senusiye akımı, İslam toplumları arasında da hoş karşılanmıyor, özellikle mezhepler konusundaki yaklaşımları nedeniyle eleştiriliyordu. 1837’de kurulan Senusiye hareketi, Kaddafi’nin askeri darbesiyle birlikte tarihe gömülecekti. Ancak bu bölgesel hareketin sert ve Selefi bir takım söylemleri Hristiyan azınlıkları da huzursuz etmekteydi. Kuşkusuz sadece küçük Hristiyan cemaatlerin sıkıntıları değildi Almanları bölgeye iten. İşin arkasında “üzerinde güneşin batmadığı” İngiliz Krallığının güneşini kesme düşüncesi vardı.
İlk olarak 136 sayfalık bir cihat planını Ekim 1914’te Alman Kaiserliğine ulaştırıldı Baron tarafından. Başlığı, “Düşmanlarımıza karşı İslami bölgelerde devrim” adını taşıyordu ve İngiliz, Fransız ve Rus hakimiyetindeki ülkelerin topraklarında Osmanlı sultanlığının ve halifeliğinin verdiği savaşı ve cihat ajitasyonunu gerçekleştiren Alman uzmanların çalışmalarını anlatıyordu.
“Dini elementler Ezher Camiisi aracılığıyla öne çıkarmalı. Mümkün olan birçok küçük darbe ve saldırı gerçekleştirilmeli. Bunların başarıya ulaşıp ulaşmaması çok önemli değil. Her halükarda bunlar, İngilizleri Mısır’da başsız yapmaya katkıda bulunacaktır…”
Baron’un aktardığı bu kozmik bilgiler ve hedefler, bir din savaşı için değildi. Yazar Thomas M. Kreutzer’e göre, düşman milletlere karşı yürütülen bir harp söz konusu idi. Baron Max von Oppenheim, bir “özgürlük savaşçısı” da değildi, tam tersine, bir “din savaşının operatörü” idi. [10] Afrika araştırmacısı ve yine Baron Oppenheim gibi devrim casusu Gerhard Rohlfs da, bir başka bölgede; ilerde Fransızların sömürgesi olacak olan Cezayir’de Fransızlara karşı Berberileri ayaklanmaya teşvik ediyordu.
Arabistanlı Lawrence ile de iki kez karşılaşacaktı Oppenheim. Rakibi ve düşmanı Lawrence’e karşı başarı sağlayamayan bu adam, 54 yaşına bastığı 1914’te ikinci kez karşılaştığında yenilgiyi kabul etmek zorunda kalacaktı. Lawrence karizmasının doruğunda idi ve o artık Arapların kahramı idi. [11]
Sömürge yüzyılında Almanya
Kaiser, bölgeye gönderdiği seçkin casuslarını bilim adamı kılıfıyla ileri cephede, halkı yönlendirmek ve “cihat şuuru” oluşturmak için vazifelendirmişti. [12] İngilizlerin erişilmesi güç bir dünya hakimiyetine ulaşmış bulunmaları, Alman Kaiserini endişelendirmiş ve 19. Yüzyılın o uzun ve kasvetli yıllarında yeni formüller aramaya itmişti. İngilizleri takip eden diğer iki rakip, Fransa ve Rusya da, Almanya’ya göre dünyanın değişik yerlerinde önemli köşe başlarını tutmuşlardı ve Avrupa Kolanializminin en cücesi Deutsche Reich idi. 1871’de, “Asla sömürge istemiyorum” diyen Bismark, bu sözü söyledikten çok da uzun olmayan bir zaman sonra Alman Kaiseri dünyaya yayılma ve etkisini artırma çabaları gösterecekti. Fransızların, Almanların ticari bağlar kurmaya çalıştığı Osmanlılara karşı özellikle ekonomik ve politik alanlarda davranışları Kaiser’i kızdıran bir başka husustu. “Galyalılar, Türklere 5’nci kalite bir zenci devleti gibi alay edercesine muamelede bulunuyorlar” diyecekti Kaiser. [13]
Kaiser’in Ortadoğu topraklarında kullandığı formül oldukça basitti aslında. Daha sonraki yıllarda Napolyon kuvvetlerine karşı İspanyol gerillalarını motive etmek için de kullanılan bir yöntem tercih edilecekti..
“Küçük savaş.”
1859’da Avusturya’ya karşı İtalyan, Hırvat ve Macar özgürlük savaşçıları da aynı yöntemle motive edileceklerdi.
Çok değil, İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarında da Almanya, cihatı bir savaş enstrümanı olarak kullanacaktı. 1942 Mayısında Berlin’de sürgünde yaşayan Büyük Kudüs Müftüsü Amin el-Hüseyin de, müslümanlara cihat çağrısı yapacaktı. Yüzbaşı Andreas Mayer-Mader yönetiminde müslüman savaş esirlerinden oluşan Tiger B adı verilen özel bir birlik oluşturulacaktı. “İlk doğu müslümanları SS-Alayı” adı verilen birlik oluşturulduğunda tarihler 1941’i gösteriyordu.
Oppenheim’in arkeolojik çalışmaları
Max von Oppenheim’ı tartışmalı yapan ve hatta kendisine “hırsız” damgası vurulmasına iten diğer bir konu, bugün Kuzey Suriye sınırları içinde yer alan Tell Halaf üzerindeki tapınakta bulduğu arkeolojik değeri çok yüksek eserlerdi. 9. Yüzyıla ait bu eserler arasında paha biçilemeyecek değerdeki Tanrı figürleri bulunuyordu. Oppenheim, burada bulduğu bütün değerli eserleri Almanya’ya taşımayı başardı. Ancak hiçbir müze Oppenheim’ın illegal yollarla Almanya’ya taşıdığı arkeolojik bulguları sergilemek istemiyordu. Ciddi maddi sıkıntılara da giren Oppenheim, Amerika’ya satmakla bile tehdit ettiği ancak gerekli desteği göremediği buluntuları uzun süre sergileyemedi.
Kendisinin en sevdiği “Baştacı Tanrıça” heykeline “Benim güzel Venüs’üm” diyordu Oppenheim. İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olan müzesi, yıllar süren uğraşlarla geçtiğimiz yıllara kadar yeniden toparlanması için çalışıldı.
Almanların cihat planları niçin tutmadı?
Sadece belli bir miktar Müslüman Osmanlı halifesinin cihad çağrısını tanıdı. İnanmayanların safında inanmayanlara karşı savaşa girilmesine birçok Müslüman anlam veremedi.
Avrupalı cihatçılar, yerli halkla gerçek anlamda bir etkileşimde bulunamadılar.
Eksik olan şey, işin merkezinde karizmatik bir islami yönetici figürü yoktu ve finansal ve materyallerin yanısıra organize yeteneği yeterli değildi.
Almanya ve Türkiye arasındaki ilişkiler, karşılıklı güvensizlik ve korku ile şekillenmişti.
Osmanlı hakimiyet emelleri üzerine yapılan Alman cihad planları, İngilizlerin uzun soluklu politikaları ile güçlenemedi. İngiliz sömürge kuvvetleri, gerek Osmanlı gerekse Alman askeri gücü ile kıyaslanamayacak kadar güçlüydü.[14]
[1] National Geographic Deutschland, Februar 2008, S. 99
[2] Ortadoğu Uzmanı Wolfgang G. Schwanitz’e göre… National Geographic Deutschland, Februar 2008, S. 99
[3] Stefan M. Kreutzer, Dschiad für den deutschen Kaiser, S. 36
[4] National Geographic Deutschland, Februar 2008, S. 81
[5] Alexander Will: Kein Griff nach der Weltmacht. Geheime Dienste und Propaganda im deutsche, österreichisch-türkischen Bündnis 1914-1918, Köln, Böhlau 2012,
[6] https://www.heise.de/tp/artikel/42/42314/4.html
[7] https://www.heise.de/tp/artikel/42/42314/4.html
[8] https://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=3541
[9] https://www.esslinger-zeitung.de/ueberregional/thema/Artikel981648.cfm
[10] https://www.trafoberlin.de/pdf-dateien/2012_10_24/Stefan%20M.%20Kreutzer%20Oppenheim%20Alexander%20Will%20Weltmacht.pdf
[11] https://www.welt.de/kultur/history/article12363031/Wie-Oppenheim-und-Lawrence-um-Arabien-kaempften.html
[12] Stefan M. Kreutzer, Dschiad für den deutschen Kaiser, S. 27
[13] Stefan M. Kreutzer, Dschiad für den deutschen Kaiser, S. 35
[14] https://www.heise.de/tp/artikel/42/42314/5.html
Istifadeli bir araştırma yazısı olmuş hcm emeğinize sağlık çoğu makale deneme ve yazıları okudum dolu dolu bir dergi olmuş gerçekten içerik olarak geniş bir yelpazeye sahip buda sıkılmadan okumaya vesile oluyor tekrardan hayırlı olsun