Sabri Uçar Çalışkan
Bazı sorular vardır ki, cevapları insanın göğsüne bir taş gibi oturur. Coğrafya kader midir? Bu soru, doğduğumuz toprakların üzerimizdeki ağırlığını ölçmeye çalışır. Ve belki de bu ağırlığı hafifletmenin yollarını arar. Fakat kabul edelim, kader dediğimiz şey, bazen sırf varlığıyla bile kımıldamaya cesaret edemediğimiz zincirler gibi ruhumuza dolanır.
Bir çocuk düşünelim. Dağların ardında, medeniyetin sınırlarında doğmuş bir çocuk. Onun için gökyüzü mavidir, ama umut o kadar da parlak değildir. Çünkü açlık, yoksulluk ve şiddet onun günlük hayatının bir parçasıdır. Aynı gökyüzünün altında, başka bir çocuk düşünelim. Şehir ışıklarının aydınlattığı geniş caddelerde büyüyen, kitapların ve bilimin arasında şekillenen bir hayat… Bu iki çocuğun aynı geleceğe sahip olduğunu söylemek, kaderin insafına dair en büyük yalan olur.
Eğer coğrafya bir kadermiş gibi davranıyorsa, insan ona isyan etmeli midir? Yoksa onu kabullenip, taşıyabileceği bir yük haline mi getirmelidir? İşte bu sorunun cevabı, insanın yüreğindeki ateşte gizlidir. Çünkü kader dediğimiz şey, sadece doğduğumuz yerde değil, yaşadığımız tercihlerde şekillenir. Coğrafyanın çizdiği sınırları aşmak, bazen bir adım atmakla başlar. Ama o adım, bazen bir ömürlük cesaret gerektirir.
Tolstoy, “Bir insanın yaşadığı yer değil, iç dünyasıdır onun gerçek haritası” der. Fakat bu iç dünya, içinde yaşadığı coğrafyanın renginden nasıl tamamen arınabilir? Örneğin, savaşın yıktığı bir ülkede doğan bir çocuk, barışa dair hayalleri nereden bulur? Ya da özgürlüğün adını bile duymadan büyüyen biri, kanatlarını nasıl açabilir?
Coğrafya bir kaderdir, ama bu kaderin yazarı insan değildir. İnsan, bu yazgının içindeki boşlukları kendi elleriyle doldurabilir. Eğer doğduğun yer bir bataklıksa, seni boğmaya çalışan çamurdan bir basamak yapabilirsin. Eğer rüzgar hep yüzüne esiyorsa, o rüzgarı bir yelken haline getirebilirsin. Ama bunu yapmak, sadece bir bireyin mücadelesiyle mümkün değildir. Toplum, bu zincirleri kırmak için ortak bir çaba sarf etmelidir.
Düşünelim, neden bir tohum çatladığında doğduğu toprağı terk etmez? Çünkü orada kök salmak zorundadır. Fakat bir insan, doğduğu topraklara mahkum değildir. Köklerini başka yerlere uzatabilir. Ve o köklerden yeni bir dünya, yeni bir coğrafya yaratabilir. Coğrafya, insanı şekillendirir, ama insan da coğrafyayı dönüştürebilir. Bir toprak, üstünde yetişen çiçekle değer kazanır. Bir coğrafya, içindeki insanların hayalleriyle yeniden çizilir.
Belki de kader, insana seçme şansı sunmaktır: Ya seni ezen toprağa boyun eğeceksin, ya da o toprağı aşkla yoğurup bir vaha haline getireceksin. Ve unutma, her vaha bir zamanlar bir çölde doğmuştur.
O yüzden coğrafya kaderdir, ama o kader, insanın ellerinde yeniden yazılabilir. Önemli olan, bu kaderin içinde umut bulabilmektir. Çünkü umut, coğrafyanın sınırlarını aşan tek şeydir.