6-7 Eylül: Her şey devletin bilgisi dahilinde oldu

Boşalan dükkanlar, el değiştiren mülkler ve yerini yeni sahiplerine bırakan işletmeler… 6-7 Eylül olayları, Türkiye’de sermayenin el değiştirmesinin ilk büyük operasyonuydu. Pera’nın zarif mağazalarının yerini yavaş yavaş Anadolu’dan gelen yeni tüccarların dükkanları alacaktı.

Kemal Yalçın BOCHUM

6-7 Eylül 1955 Olayları’na 200 bin dolayında çapulcu kalabalık katılmıştı. Resmî kayıtlara göre, 4000 kadar ev, 1000 kadar işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5000’den fazla mekân saldırıya uğramış, yağmalanmıştı. 200 kadar kadına tecavüz edilmişti. Polis, 6-7 Eylül Olayları’nın sorumlusu olarak Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi birkaç solcu yazarı gösterdi. Bilahare, 27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra Adnan Menderes Yassıada’da yargılanırken, 6-7 Eylül Olayları’nın tamamen Türk hükümetinin bilgisi dâhilinde cereyan ettiği açıklanmıştı. Yunanistan’daki yargılamalar sırasında, Selanik’teki Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu’nun bahçesinde bulunan Atatürk’ün doğduğu eve atılan bombanın diplomatik çanta içinde Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp tarafından Türkiye’den Selanik’e getirildiği ve Türk Konsolosluğu’nun bekçisi Hasan Uçar tarafından Atatürk’ün evine atıldığı ortaya çıkarılmıştı. Hasan Uçar’ı azmettiren kişinin, Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi ve Türkiye Cumhuriyeti Gizli İstihbarat Teşkilatı elemanı Oktay Engin olduğu açıklanmıştı. Selanik’teki yargılamalarda, bombayı getiren Mehmet Ali Tekinalp diplomatik dokunulmazlık zırhı ile hiç ceza almadı. Azmettirici Oktay Engin’e üç yıl altı ay, bombayı atan Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik Cezaevi’nde hücrede yatan Oktay Engin, tahliye olduktan sonra Gümülcine Konsolosluğu tarafından Türkiye’ye getirildi. Oktay Engin’in Selanik Üniversitesi’nde yarım kalan eğitimi Başbakan Adnan Menderes ve İstanbul Valisi Gökay’ın aracılığıyla İstanbul Üniversitesi’nde tamamlatıldı. Sonra aynı Oktay Engin, Emniyet Teşkilatı’nın önemli görevlerinde çalıştı ve en sonunda Nevşehir Valisi oldu. 6-7 Eylül Olayları’nı Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin planı doğrultusunda devletin resmî gizli istihbarat teşkilatı tarafından düzenlendiğinin bundan daha açık anlatımı olabilir mi? İstanbul’un yakılıp yıkılmasına, binlerce gayrimüslim vatandaşın Türkiye’yi terk etmesine sebep olan bombayı atanlar bizzat devlet tarafından ödüllendirilmiş, sonunda vali yapılmıştır.

TOKATLI VEDAT ARKUN 6-7 EYLÜL 1955 GECESİ YAŞADIKLARI’NI ANLATIYOR

28 Mart 2008 tarihinde ABD’de, Philadelphia’da okuma ve söyleşi toplantısından sonra Torunyanlar’ın evine geldik. Vedat Arkun, oğlu Aram Arkun, Bazarbaşyanlar, Suzan Ohanyan, Hrant ve Araksi Torunyan, kızları, damadı şömineli oturma salonunu doldurduk. Okuma akşamının söyleşi bölümü burada devam ediyordu. O an Philadelphia’da değil, İstanbul’da, Tokat’ta, Maraş’ta ya da Antep’teydik. Çaylarımızı ince belli bardaklardan içiyorduk. Söz döndü dolaştı Vedat Arkun’un babasının ve kendisinin hatıralarına geldi. Yavaş yavaş, her kelimenin hakkını vere vere, akıcı bir Türkçeyle anlatmaya başladı:

“Her Ermeninin hayatı bir romandır. Bizlerin ömrü, ölümle hayat arasındaki yollarda geçmiştir. Benim hayatıma kendi kararlarımdan çok tesadüfler, benim iradem dışında gelişen şartlar, olaylar yön verdi. Babamın hayatına da olaylar, tesadüfler yön vermiş. Babam doktor olmasa diğer kardeşleri, akrabaları gibi öldürülmüş olacakmış. Tabi bu durumda ben de olmayacaktım dünyada.”

“Babam 1887, Sivas doğumlu. 1915’te 28 yaşındayken kendi memleketi olan Sivas’ta, Osmanlı Ordusu’nda doktor yüzbaşı olarak askerlik yapıyormuş. İstanbul’da doktor olduktan sonra askere almışlar. Kurada Sivas çıkmış. Böylece büyük bir şans eseri, büyük bir tesadüf olarak kendi memleketinde askerlik yapmaya başlamış. Benim hem ana, hem baba tarafım, soyum sopum Sivaslı. Her iki taraf da varlıklı ailelermiş. 1915’te babamın amcaları, dayıları diğer Ermenilerle birlikte katledilmiş.”

“Bir gün Sivas’ta Naci Paşa, babamı yanına çağırıyor. Babamın başına gelenleri ve gelebilecekleri bildiği için kesin konuşuyor:

‘Oğlum başına gelenleri biliyorum! Başın sağ olsun! Çok kötü günlerdeyiz! Doktor olarak sana ihtiyacım var! Doktor olarak bir ben, bir de sen varsın burada. Seni kaybetmek istemem!’

‘Sağ ol komutanım!’

‘Oğlum senin ölümüne çok acırım! Hayatta kalabilmen için tek yol var. Müslüman olacaksın! İsmini değiştireceksin. Bundan sonra Karagözyan Yüzbaşı olarak görevin tehlikeye girer, harp içindeyiz, harp kanunları geçerli, isminden Ermeni olduğunu anlayan biri çeker arkandan vurur seni! Sadece sen değil, karın da ismini değiştirecek. Biliyorum, kolay değildir din değiştirmek, isim değiştirmek. Ama başka çare yok! Bu zaman da geçer, vaziyetler düzelir. Şimdi sen Müslüman ol, sonra zaman değişirse gene kendi dinine dönersin!’”

“Babam, Naci Paşa’nın tavsiyesini kabul ediyor. Fakat iş ‘Müslüman oldum’ demekle bitmiyor. Müslümanlığın ilk gereğini yerine getireceksin! Bu yüzden babam 28 yaşında bir yüzbaşı iken, üç gün süren davullu zurnalı sünnet düğünüyle sünnet oluyor. Bilahare babama ‘İsmail Şefket’ ismini veriyorlar ve bu isimle yeni bir nüfus cüzdanı çıkarıyorlar. Annem de babamla birlikte ismini değiştiriyor. ‘Baidzar Karagözyan’ ismini bırakıp ‘Münire’ oluyor.”

“Babam katliamdan kurtulmak, kılıç artığı olarak hayatta kalmak, din değiştirmek, 28 yıl kullandığın, karakterinle bütünleşmiş olan adını soyadını değiştirmek zorunda kaldığı için çok üzülüyor. Babam daha sonra Sivas’tan Tokat’a Doktor ‘İsmail Şefket’ olarak geliyor. Benim kaderim babamın kaderinin devamıdır.”

“GAVUR DOKTOR’UN OĞLU” VEDAT ARKUN

“Ben Vedat Arkun, 1924 senesinde Tokat’ta dünyaya geldim. Adımın da Türkçe olması bundandır. Benden sonra 1929’da kız kardeşim Pervin doğdu. İlk ve orta mektebe Tokat’ta gittim. Bilahare 1939-1940 ders yılında İstanbul’da St. George Avusturya Lisesi’ne başladım. Yatılı bir okuldu. 1944’te Türkiye, Almanya’ya harp ilan edince, bizim okul da Alman Lisesi ile birlikte kapatıldı.”

“Tokat’ta Yarahmet Sokağı’nda kalıyorduk. Bilahare bu sokağın ismini ‘Şeftali Sokağı’ olarak değiştirdiler. Bizim evin tam karşısında bir Kızılbaş aile yaşıyordu. Evin büyüğünün ismi ‘Seyit Efendi’ idi; hanımının ismine de biz ‘Güzel Nene’ derdik. Tokat’taki komşularımızdan biri de Tahsildar Kazım Efendi idi. Ailesi ve kendisi iyi insanlardı. Ailecek görüşürdük. İki oğlu vardı. Benim yaşıtım olan büyük oğlanın ismi Ekrem’di. Ekrem’den üç yaş küçük olan kardeşinin ismi ise Bedir idi. Ben en çok Ekrem’le oynardım. Bazen kahvaltımızı Ekrem’le birlikte onların evinde, bazen de bizim evde yapardık.”

“Bir gün Ekrem ile Bedir sünnet olacaklardı. Ben de yanlarındaydım. Sünnet kıyafetlerini giydiler, neşeli bir sünnet düğünü oluyordu. Ben de Ekrem’le birlikte sünnet olmak istedim. Nasıl oldu bilmiyorum, anneme babama haber vermeden kabul ettiler. Benim de başıma bir sünnet şapkası giydirdiler. Ben oyun oynuyor gibiydim. Önce Bedir sünnet oldu. Bağırmaktan, ağlamaktan perişan oldu. Ben çok acıyor sandım. Korktum. Ama nedense babama falan haber vermedim. Sıra bana geldi. Acımasını bekliyordum. ‘Oldu da bitti maşallah!’ diyerek beni kucaklayıp Ekrem ile Bedir’in yanına yatırdılar. Acısını bile pek duymamıştım.”

“Babam akşam eve gelirken, Tahsildar Kazım Efendi’nin evine uğrayıp, ‘Sünnetiniz hayırlı olsun!’ demek ve sünnet olan çocuklara hediyelerini vermek istemiş. Bir anda beni sünnet olan çocukların yanında karyolada yatıyor görünce şaşırdı:

‘Vedat oğlum, sen ne yapıyorsun burada? Sen neden sünnet yatağında yatıyorsun?’ diye sordu. Daha ben cevap vermeden, etraftakiler ‘Doktor Bey, hayırlı uğurlu olsun! Vedat da sünnet oldu!’ dediler.”

“28 yaşında sünnet olan babam, 8 yaşında sünnet olan bana kızmadı, bir şey demedi. Belki de diyemedi! Bilmiyorum. Babam Müslüman olduğuna göre, ben de Müslümanlığın şartlarını yerine getirecek, sünnet olacaktım! Elbette ben o anda bunları düşünecek durumda değildim. Ben ne olup bittiğini anlamadan sünnet olmuştum. Babam ve annem daha sonra beni alıp evimize götürdüler. Bana kızmadılar. Bir şey söylemediler.”

“Sonradan yaptığımı düşündüm. Kendi kendime ‘Hadi ben çocuktum, sünneti falan bilmiyordum. Peki Tahsildar Kazım Efendi, neden “Bu çocuğun babası, annesi var, önce onlara soralım!” demedi? Neden babamdan izin almadan beni sünnet ettirdi?’ Bunun cevabını bir türlü anlayamadım.”

“Aklım ermeye başladıktan sonra annemden, babamdan, abimden Ermeni olduğumuzu; ailemizin başına gelenleri yavaş yavaş öğrendim. Adım Türk, ama kendim Ermeniydim. Zamanla mahallede, okulda ‘Gâvur Doktor’un oğlu’ olarak tanındım.”

Askerlik Hayatım 50 Ay Sürdü

“Askerlikten sonra, Tokat’ta hazır ayakkabı dükkanı açtım. Hayatıma bir düzen vermek istiyordum. Türkiye’de politik hayatta değişim olmuştu. Demokrat Parti seçimleri kazanarak hükümeti kurmuş, Adnan Menderes Başbakan olmuştu. Herkes gibi ben de olumlu değişimler bekliyor ve umuyordum. Fakat birkaç yıl içinde durumun değişmeyeceğini anladık. Her şey eski hamam eski tastı! Babam gene ‘Gâvur doktor’, ben de ‘Gâvur doktor’un oğlu’ydum.”

“Abim, babamla durum değerlendirmesi yaptıktan sonra 1953’te Amerika’ya gidip yerleşmişti. Ben artık Amerika’ya falan gitmek istemiyordum. Tokat’ta ya da İstanbul’da hayatımı devam ettirecektim. Zamanla Tokat bana dar gelmeye başladı. Dükkanımı sattım. Babamın onayını alarak İstanbul’a, Park Otel Baş Muhasebecisi olan Ohannes Timaksiyan adlı dayımın yanına geldim. Dayım bana otelde iş verdi. Otel’in sahibi, zengin bir Türktü; işletmecisi ise Aram Hıdır adlı Tokatlı bir Ermeniydi.”

“Taksim yakınındaki Parmakkapı Tel Sokak’ta ev kiraladım. İşim gücüm, keyfim iyiydi. Yengemle belli günlerde sinemaya giderdik. Dayım sinemayı sevmezdi. Çevrem yeni yeni genişliyordu. Park Otel’de Başvekil Adnan Menderes’in kaldığı özel bir odası vardı. 

Çok iyi hatırlıyorum. 6 Eylül 1955 günü Menderes, Park Otel’de bulunuyordu. Fakat neden özellikle o gün Park Otel’de kaldığını ve neden büyük olayların Menderes İstanbul’dan ayrıldıktan hemen sonra başladığını bilmiyordum. Bunlar çok sonraları anlaşılacaktı. Ben, Başbakan Menderes’in saat 19.30’da otelden ayrıldığını gözlerimle gördüm. Aram Hıdır, Adnan Menderes’i saygıyla uğurlamıştı.”

“O günü çok iyi hatırlıyorum. Aynen gözümün önünde. 6 Eylül 1955 akşam matinesi için Melek Sineması’ndan iki kişilik bilet almıştım. Dayım, İstanbul’daki gelişmeleri yakından izlediği için tehlikeyi sezmiş, yengeme ‘Bu akşam sinemaya falan gitmeyin, evden çıkmayın, Vedat biletleri geri versin!’ demiş. Bunun üzerine biletleri geri vermek için, Menderes otelden ayrıldıktan sonra, saat tam 19.45’te Park Otel’den ayrıldım. Taksim’e geldim. Ortalıkta gerilimli bir hava vardı. Herkes telaş içindeydi. Beyoğlu’na Melek Sineması’na doğru yürümeye başladım. Sinemaya uğrayıp biletleri geri vereceğim!”

“Tam Melek Sineması’nın önüne gelmiştim ki, Galatasaray Lisesi tarafından büyük bir inilti, gürültü duydum. Baktım ki, büyük bir insan seli etrafı kırıp yığarak, dükkanların camlarını, kepenklerini baltalarla kırıp dökerek Taksim’e doğru geliyor! Dükkanları yağmalıyor, içindeki eşyaları sokağa atıyorlardı. Hatta apartmanların, iş yerlerinin yukarı katlarındaki eşyaları bile sokağa atıyorlardı.”

“Müthiş korktum! Bileti falan unuttum. Canımı kurtarmak için Melek Sineması yanında yeni yapılan yepyeni dükkanların bulunduğu sokağa, pasaja girdim. İnci Sineması mı ne vardı orada. İnanılır gibi değil! Köylü tipli, başı kasketli, eli baltalı, gözü dönmüş insanlar, vahşi bir canavar gibi o güzelim dükkanların vitrinlerini parçalıyor, içindekileri talan ediyor, yağmaladıkları malları sokaklara atıyor, sürüyor, kimisi de çaldığı malı sırtlamış götürüyordu.”

“Kimse ne asker ne polis bu barbarlara bir şey demiyordu. Kırıp yığdıktan, yağma ve talan tamamlandıktan sonra asker, polis gelip talan edilmiş dükkanların önünde duruyordu. Çok korktum! Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım! Böyle bir barbarlığı hiç düşünmemiş, aklıma bile getirmemiştim. Çapulcular, yağmacılar, soyguncular, hırsızlar İstanbul insanına pek benzemiyordu. Çoğu İstanbul dışından, köylerden getirilmiş gibiydi. Askerler, yağma ve talan bitinceye kadar, sıra sıra, Taksim’de, Tünel’de bekletildi. Asker ve polis, gözünün önünde dükkanları talan edenlere hiçbir müdahalede bulunmuyordu! Ben gözlerimle gördüm Taksim’de bekleyen askerleri. Neyi bekliyorlardı? Anlayamadım!”

“Bilahare korka korka, Galatasaray Lisesi’nin yanından Tarlabaşı’na çıktım. Oralarda talan edilmişti. Oradan tekrar Taksim’e vardım. Geç saatlerde dayımın evine ulaşabildim. Dayım, yengem çok korkmuşlardı. Kızlarını karyolanın altına saklamışlardı. Yengem tir tir titriyordu.”

“Ben o gün, 6 Eylül 1955 akşamı, barbarlığı, yağmayı, talanı, vahşeti, polis ve askerin tutumunu gördükten sonra; ‘Vedat oğlum, artık bu memlekette sana hayat yok! Bugün canını kurtardın, ama yarın ne olacağı belli değil! Ne yap yap, başını kurtar, bu memleketi terk et!’ dedim.”

“Hemen Amerika’daki abime mektup yazdım. Durumu anlattım. Beni bu memleketten kurtar, dedim. Pasaport işleri, abimden davetiyenin gelmesi aylar aldı. 

Sonunda 10 Ekim 1956 günü New York’a ayak bastım. Geliş o geliş! Bir daha geri dönmedim.” 

İZMİR’DE 6-7 EYLÜL 1955 HADİSELERİNDE YAŞANANLAR

KAMİL BULUT ANLATIYOR

Kamil Bulut, sendikacı ve yazardır. Avrupa Türkiyeli Yazarlar Grubu (ATYG) üyesidir. Kamil bulut ile 6 Eylül 2017 tarihinde, Bochum’daki evinde 6-7 Eylül 1955 gecesi yaşadıklarını bana anlattı. Burada aynen yazdım.

Ben çalışma hayatına çok erken başlamıştım. 1954’te İzmir Tütün İşletmeleri’nde sigortalı işçi olmuştum. 6-7 Eylül 1955 günü yaşadıklarım aynen gözümün önünde! 15 yaşında idim. Tütün İşletmeleri’nde akşama kadar çalışmış, çok yorulmuştum. Dinlenmek için İzmir Enternasyonal Fuarı’na gitmiştim. Fuar 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında açılıyordu. Çok meraklı bir genç idim. Fuardaki pavyonları gezer, yenilikleri izler, ağaçların gölgesinde dinlenirdim.

6 Eylül 1955 günü dinlenmek için Gültepe’deki evimizden yürüyerek Fuar’a gitmiştim. Çok kalabalık ve çok canlı idi. Diğer günlerden farkı yoktu. Biraz gezdim, dinlendim. Göl Gazinosu’nu geçince, büyük bir insan kalabalığı gördüm. Bağıranlar, çağıranlar vardı. Bu insanlar fuarı gezen insanlara benzemiyorlardı. Merak ettim! “Acaba ne var burada? Neden toplanıyor insanlar burada?” diyerek kalabalığa arkadan yaklaştım.

Kalabalığın önünde birisi bağırıyor, diğerleri onu tekrarlıyorlardı. Bağıran kişinin kalıbı yerindeydi, berduş takımından değildi. “Bu adam ne diyor?” diye kulak kabarttım. Biraz daha yaklaştım. Bağıranı görüyor, söylediklerini duyuyordum:

“Ey Millet! Duydunuz mu? Palikaryalar, Rumlar Selanik’te Atamızın evini bombalamışlar! Bu Rumlar var ya bu Rumlar Atamızın evini yakmışlar!”

Bir anda “Ege Ekspres gazetesi yazıyor! Atamızın evini bombaladıklarını yazıyor!” diyerek bedava gazete dağıtmaya başladılar. Ben de bir gazete aldım. Birileri bağırmaya devam ediyordu.

“İkinci Baskı çıktı! Ekspres yazıyor! Rumların Atamızın evini yaktıklarını yazıyor!”

Kalabalık durmadan artıyor, insanların kin ve nefreti yükseliyordu. Dönüp baktım, arkam dolmuş! Kendimi kalabalığın arasında buldum. Başı çekenlerin, milleti kışkırtanların ellerinde baltalar, sopalar vardı. Bunlarla ne yapacaklardı? Anlayamadım.

Öndeki adam bağırmaya başladı:

“Palikaryalara ölüm! Rumlara ölüm!”

Herkes tekrarlıyor:

“Palikaryalara ölüm! Rumlara ölüm!”

Öndeki bağırdı:

“Yakalım Palikaryaların pavyonunu!”

“Yakalım!”

Bir anda elleri meşaleli insanlar ortaya çıktı. Orada bekliyorlarmış! Hemen meşaleleri yaktılar!

Öndeki bağırdı!

“Palikaryalara ölüm! Rumlara ölüm!”

“Palikaryalara ölüm! Rumlara ölüm!”

“Atamızın evini yakmışlar!”

“Yakın palikaryaların pavyonunu!”

Bir anda ortalık karıştı! Yunan Pavyonu’nun camları parçalandı. Ellerindeki meşaleleri içeri attılar! Pavyon yanmaya başladı!

Pavyonu alevler sardı! Yangından çok korkardım. Korkmaya başladım. Kalabalıktan kurtulmak istiyorum, ama mümkün değil!

Hem yakıyorlar, hem yıkıyorlar, hem bağırıyorlardı:

“Palikaryalara ölüm! Rumlara ölüm!”

“Yakın palikaryaların pavyonunu!”

İzmir İtfaiye Merkezi 100 metre ileride. İtfaiye aracı siren çalarak geldi! Uzaktan su sıkmaya başladılar. Yangına yaklaşmak istiyorlardı. Hortumlar ellerinde bağırıyorlar:

“Açılın! Çekilin!”

Ortalıkta tek bir resmi polis yok! Her zaman Fuar’da sivili, resmisi polis kaynardı. O gün tek bir polis görmedim.

Kimse “Yakmayın! Kırmayın! Durun!” demiyordu.

Öndeki adamlar “Vurun, kırın, yakın!” diyordu.

Önlerde bağıranlardan bazıları ellerindeki baltaları havaya kaldırdılar! Su hortumlarını baltayla parça parça kestiler. Bazı insanlar da hınçla hortumlara bıçak ve tornavida sokuyorlardı. İtfaiye arabasında bulunan itfaiye baltalarını da aldılar. İtfaiyenin baltalarıyla da kırıp yığıyorlardı. İtfaiyeye engel oldular! Alevler gökyüzüne yükseliyordu. Yangını görenler merakla geliyorlardı. Binlerce insan toplandı. Yunan pavyonu yandı, kül oldu!

Öndeki adamlar bağırmaya devam ediyordu.

“Palikaryalara ölüm! Rumlara ölüm!”

Binlerce kişi tekrarlıyordu:

“Palikaryalara ölüm! Rumlara ölüm!”

Fuar alanı inliyor!

Korktum! Kalabalıktan kurtulmak istiyorum! Mümkün değil!

Yunan Pavyonu ile İngiliz Pavyonu yan yana idi. Onu da yaktılar! İngiliz pavyonunun yanında Amerikan pavyonu vardı. Onu da yaktılar. Yangınları görmeye gelenler geri dönüp gitmiyordu. Kalabalık arttıkça arttı!

Pavyonlar yakıldıktan sonra öndeki adamlar kalabalığın önüne düştüler. Kalabalığı ikiye ayırdılar. Fuar’dan çıkış için, bir grup Montrö Kapısı’na, bir grup da 26 Ağustos Kapısı’na yöneldi.

Ben kendimi 26 Ağustos Kapısı’na giden kalabalığın içinde buldum. İnsanlar azgın sel gibi akıyordu. Alsancak’ta bulunan kiliselere bir anda saldırdılar. Camları pencereleri yerle bir ettiler. Fakat kiliseleri yakmadılar.

Kordon’a vardık. Baktım binalar yanıyor. Yanan binaların bayrakları duruyordu. Yunan bayraklı bina alevler içindeydi. Daha ileride NATO Karargâhı vardı. Kalabalık oraya yöneldi. Fakat nöbetçi askerler silahları kalabalığa çevirdiler. Kimseyi karargâha yaklaştırmadılar.

Biraz ortalık sakinleşir gibi oldu. Hemen ara sokaklara daldım. Acaba Montrö Kapısı’ndan çıkanlar nereye gitti diye merak ettim.

Gördüm ki onlar Çankaya Yolu’ndan girmişler, Hisar Camisi’nin önünden geçmişler, Bir kısmı da Havra Sokak’tan geçip Kemeraltı’na varmışlar. Kemeraltı’nda ne kadar Rumlara, Yahudilere ait kuyumcu dükkânı, iş yeri varsa yağmalamışlar, kepenkleri, demir kapıları parçalamışlar, dükkânların içinde ne varsa sokağa atmışlar! Sokaklar parçalanmış eşyalarla doluydu.

Kemeraltı’nda Hükümet Konağı’nın olduğu alana doğru yürüdüm. Beylerbeyi Caddesi’ne kadar gittim. Karşıma süngülü askerler çıktı.

“Örfi idare var! Herkes evine dağılsın!” dediler. Bir anda kırıp yığan saldırganlar sokak aralarına dağılıp yok oldular.

Ben hayatımda ilk kez orada “Örfi İdare” lafını duydum. Ne olduğunu bilmiyordum. Yavaş yavaş ara sokaklardan geçerek Gültepe’ye döndüm, evimize ulaşabildim.

Annem babam çok merak etmişler. “Neredeydin? Neden geç kaldın?” diye hesap sordular.

“Fuara girmiştim. Kendimi kalabalığın arasında buldum. Çıkamadım. Yunan, İngiliz, Amerikan pavyonlarını yaktılar!” dedim.

Annem çok merak etmişti! “Ne işin vardı senin onların arasında? Neden kaçıp gelmedin buraya?” diye kızdı. Annem babam yarasız beresiz geldiğime şükrettiler.

Ağabeyim araya girdi. “Kahvede ajans haberlerini dinledim. İstanbul’daki Rumların evlerini barklarını, kiliselerini, dükkânlarını, okullarını yakıp yıkmışlar!” dedi.

7 Eylül 1955 sabahı merak ettim. Gece olup bitenleri gündüz gözüyle görmek istedim. Bizim evden Kemeraltı yayan iki saatti. Kemeraltı’na vardım. Askerler belli aralıklarla dikilmişlerdi. Büyükleri sokmuyorlardı. Çocuklara, gençlere dokunmuyorlardı.

Güzelyalı istikametinde Konak ile Askeri hastane arasındaki Hıristiyan evlerinden bazılarını yakmışlar, kırıp yığmışlardı.15 yaşında bir çocuk işçi olarak kendi kendime sordum: Neden Fuar’a askerler gelmedi? Neden her zaman ortalıkta gezinen resmi polisler ortalıkta yoktu?

O zamanlar Bornova’da Topçu Eğitim Tugayı vardı. Tuğay’dan askerler arabalarla 15 dakikada Fuar’a gelebilirlerdi. Narlıdere’de ise Sıhhiye ve İstihkâm Alayları vardı. Narlıdere’den Konak’a isteseler yarım saatte ulaşabilirlerdi.

Tek bir asker, tek bir polis görmedim. “Yapma! Etme! Durun!” diyen yoktu. Büyüğü de küçüğü de neyin ne olduğunu bilmeden, düşünmeden “Vurun! Kırın! Yakın!” diye bağırıyorlardı.

Ben 27 Mayıs 1960 ihtilali olduğunda 20 yaşında bir işçi idim. Merakla Yassıada Duruşmalarını radyodan dinlerdim. 6-7 Eylül 1955 olaylarının Başbakan Adnan Menderes’in, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emirleriyle meydana geldiğini öğrendiğim zaman şaşırmıştım.

Demek ki emir yukardan gelmiş, polisler ve askerler saldırganların hedeflerini kırıp yığmalarına, yakıp yok etmelerine izin vermişlerdi. Saat gece 12.00’ye geldiğinde her yer yıkılıp yakılmıştı zaten! Ondan sonra süngü takmış askerler geldi, “Tamam! İşiniz bitti! Dağılın! Gidin evlerinize!” dediler. Emir verilmiş olsaydı, isteselerdi askerler ve polisler olayları engelleyebilirlerdi. İstenseydi kimsenin burnu kanamaz, hiçbir yer yakılıp yıkılmazdı.

İzmir’de 6-7 Eylül 1955’ten 4-5 ay önce Konak ve Cumhuriyet Meydanlarında Kıbrıs mitingleri olmuştu. Ben bu mitinglere de katılmıştım. Bu mitinglerde herkes “Ya Taksim, Ya Ölüm! Kıbrıs’ı vermeyiz!” diye bağırıyordu. Bu mitinglerde çok kışkırtıcı konuşmalar yapılmıştı. İnsanlar Rumlara karşı iyice doldurulmuş, kışkırtılmıştı. Meğer bu mitingler 6-7 Eylül 1955 olaylarının hazırlıklarıymış! Bunları çok sonraları, Yassıada Duruşmalarını dinledikten sonra anlamaya başlamıştım. Benim hatırlayabildiklerim bu kadardır. Bir daha 6-7 Eylül olayları olmaması için bunları aynen anlattım. Benim hayatımı en çok etkilemiş olaylardan biri 6-7 Eylül 1955 gecesi yaşadıklarımdır. Dilerim bu olaylar bir daha hiç yaşanmaz!

Bochum, 6 Eylül 2017 Kamil Bulut

“Sosyal ve ekonomik abluka” kampanyasıyla Gülen hareketi ile ilişkilendirilen işletmeler hedef gösterildi, bu işyerlerinden alışveriş yapılmaması çağrıları yapıldı. Binlerce işletme kapanmak zorunda kaldı, çok sayıda insan geçim kaynaklarını kaybetti. Bazı aileler yurt dışına göç ederken, kalanlar iş bulmakta büyük zorluklar yaşadı.

Türkiye’de sermayenin el değiştirmesi hikayesi, genellikle olağanüstü dönemlerde gerçekleşti. Her dönemin kendi mağdurları ve kazananları oldu. Bu süreçler sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümlere de yol açtı. Bugün İstanbul’un değişen siluetine baktığınızda, bu büyük sermaye transferlerinin izlerini görebilirsiniz. Ve hikaye hâlâ devam ediyor.

Add a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

İlk Siz Haberdar Olun!

Abone ol butonuna basarak, Gizlilik Politikası ve Kullanım Koşulları'nı okuduğunuzu ve kabul ettiğinizi onaylıyorsunuz.